2018 Türk Beyin Takımı Seçmeleri – Part 2

Nedense bu başlıklara “part” yazmayı seviyorum. Bu yazacaklarım geçtiğimiz günlerde yapılan Türk Beyin Takımı ve Türk Sudoku Takımı Seçmeleri ile ilgili olacaktır. İlk Part’ı yazdım; sizi uyardım alakası yok diye, umarım bunun olur 😀

TBT 2018 ve TST 2018’in bütün soru ve çözümlerini, ayrıca sonuçlarını aha burada görebilirsiniz.

Şimdi, bu takımlar ne için seçildi efendiler; aha bunun için… Bunun için dediğim, 4-11 Kasım tarihleri arasında Prag’ta, 27’nci Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası ve 13’üncü Dünya Sudoku Şampiyonası düzenlenecek. Bu sebeple seçildi Türk/iye takımları, gidip orada Türkiye’yi temsil edecekler. Şampiyonaların resmi sitesi ahan da bu.

Annemin, her Türkiyeli hanım gibi bir büfesi vardı. Büfe deyince aklınıza böyle tostçu falan gibi bir şey gelmesin. Onun da ayrı bir olayı var, bizim oralarda zamanında bu tür butik şeylere[Bir ara butik demeye başladılar bu tür girişimlere –  buradan aklımda kalmış, Gülçe’den büyük ihtimalle] (Tey tey zamanında hamburgerci bile açılmıştı bizim ilkokulun karşısına; işte ona büfe derdik. Köy yeri len, adamlarda nasıl bir girişimci kafası varsa 😀 Ahahahha) Şeyi hatırlattı, yine bir ara Doğu’daki insanlarımıza Klasik Müzik tınısı vermeye çalışıyordu “moderen” insanlar. Onlar da bu ne len deyip geliyor, sanırım bir daha yamacına bile uğramıyorlardı. Bu şekilde aksettirilen birkaç tane haber okuduğumu hatırlıyorum. Her neyse, bu genç girişimci arkadaşların kafası da öyleydi herhalde, Akköylü insanlara hamburger yedirelim biz, nihayetinde hayatlarında hamburger mi yedi lan bunlar demişler sanırım (Tabii hikayenin olurunu bilen varsa paylaşsın) 😀 Ahhahhahaha. Büfeden nereye gelmişim, pardon. Hatta bu seçmelerden büfeye nasıl geldim ya be 😀

Daha küçüğüm o zaman, ayan beyan (Yine ilginç, Muzaffer Ayan‘ın soy isminin bu kadar açık ve ortada olduğunu bilmiyordum. Kendisi benim ilkokul öğretmenim olur; kral insandı (belki hâlâ öyledir), biraz eli ağırdı; ama ben ve benim gibiler çokça saygı duyar kendisine. Tey tey, hâlâ bağlama çalışı, beyaz kıvırcık saçları, bana yaptırdığı kafa masajları….) hatırlıyorum ha, cam gibi… Akşam olur, biz her köylü insan gibi odamıza çekilirdik. Köylü insanların kişi başı düşen odaları yoktur. Şuna göre tanzim edilmiştir evler: Misafir Odası, Oturma Odası, Banyo, Mutfak… Banyo deyince tuvalet de orada zannedilmesin, yok öyle bir şey. Köylü insanların evlerinde eskiden tuvalet evin içinde değildi. Nihayetinde ev kutsaldır, orada mahrem bir yaşam sürer, insanlar güzel şeyler falan paylaşır. Oysa, büyük küçük olaylar olsun, bunlar çok da ev içinde yapılacağı düşünülmemiş kanaatimce. Hani derler ya, köpek bile yemek yediği kaba pislemez diye 😀 Benzetmeye bak, anlayın işte güzide insanlar. Ev içinde yapılan ve ev dışında yapılan şeyler vardı eskiden köy yerlerinde.

Bizim evimiz, yani ananemin evi ise bir oda daha içeriyordu: Yatak Odası. Ananem kalırdı orada, aslında her zaman kalmazdı, bazı zamanlar kalırdı. Dedem ve onun odasıymış. Misal, dayımlar ya da başkaları yatıya kaldı mı, Avusturya’dan ya da başka yerden gelmiş olurlardı, o odada uyurlardı. Dediğim gibi köylü insanların çok odaya ihtiyacı olmaz. Çünkü onlar her şeyi birlikte yapmaya alıştığı gibi, uyumayı, yemeyi vs de birlikte eda ederler. Oturma odası yatak odasına dönüşür. Bizim evimizde oturma odasında iki tane divan vardı. Bir tanesinde annem, bir diğerinde ananem yatardı. Biz de kız kardeşimle birlikte yerde yatardık. Sobamız vardı her köylü insan gibi, 4 kişi ufacık bir odada mutlu mesut uyurduk; kış aylarında sobamız vardı :D. Ülen şimdi millet anlamıyor, yazında mı sobaları varmış geyiği olmasın…

Ananem, sabah ezanına müteakip tarlaya giderdi. Ya ot toplardı ya da başka şeyler yapardı. Eski insanlar, öyle yatayım, keyif çatayım gibi olayda değiller; değildiler en azından. Sanki sürekli bir şey yapmak gibi bir dertleri vardı. Sonrasında annem kalkar, bize kahvaltı hazırlar, eğer kışsa yattığımız odada yer sofrasında yerdik; eğer yazsa, ya kapı önünde ya da evin önünde erik altında yemeğimizi yerdik. Biliyorum fazlaca detay veriyorum; ama inanın büfeye oradan da bu seçmelere geleceğim 😀

Büfenin merkezinde tüplü bir televizyon vardı, markası neydi, neydi markası… Beko;  öyle olması lazım. Üzerinde bir dantel örtü vardı. Eskiler bilir, daha eskiler her şeyin üzerini dantelle örtme gereksinimi içerisinde insanlardı. Bunu da anlamıyor değilim. Sebepleri basit; ama burada anlatmaya kalksam konu iyice dağılacak. Neyse efendiler ve hanım efendiler.

Merkezin üzerinde, yani teli (telly)nin durduğu yerin hemen üzerinde -ki kare bir boşluktan bahsediyoruz, büfeyi yapanlar tv’nin maks boyutunu biliyorlarmış; ülen eskiden üreticiler baya standartlara hakim olsa gerek- dikdörtgen bir alan vardı. Önünde elle sağa sola iterek ve kaydırılarak açılan bir cam vardı. Annem oraya sadece misafirler geldiğinde çıkardığı tabağı çanağı koyardı. Tv’nin hemen altında aynı boyutlarda başka bir dikdörtgen alan vardı, yukarıdakiyle aynı özelliklere sahip, işte orada camdan fil heykelleri, ceylan vs; bir de yine tabak çanak vardı. O tabak çanakların hakikaten mühim misafirler geldiğinde oradan çıktığına şahit oldum. Fakat o evde sürekli ikamet etmek durumunda kalan insanlar için bir miktar hüsran oluyor, sadece belirli gün ve haftalarda o tabak çanağın dışarıya çıkması. Neden mi, sanki siz o kadar önemli değilsiniz diye hissettiriyor. Lakin burada mahalle baskısı denen şey ve “elalem nedercilik” var. Çünkü ne annem ne de diğerleri bunları okulda öğrendi. Yani bir büfen olsun, orasında bu olsun, şurasında şu ve sadece bunları şöyle insanlar evine geldiğinde kullan. Yine burada başka sebepler var, yazmayacağım onları. İşim o değil zaten. Ama emin olun şunu biliyorum, öyle çok yemek seven çocuk değildim. Lakin bu kaplarda çorba bile verilse imanına kadar inerdim. Bu da nasıl bir cümle oldu, ahahah..! Hatta ekmekle sıyırırdım. Saygımdan ha, bana o tabak çanak çok ayrı bir yapı gibi gelirdi. Eğer onda yemek vs bırakırsam, bir şeylere ihanet edeceğim diye düşünürdüm. Bu yüzden tıka basa yediğim zamanlar, çatlayacak kadar, işte o “önemli insanların” [VIP] evimize geldiği zamanlar olurdu.

Alt dikdörtgenin altında 8[6 da olabilir, bir süre düşündüm, baya arada kaldım] tane çekmece yer alırdı. Bunu da şöyle düşünün: Bir tane dikey çizgi aldınız ve TV’nin ağırlık merkezini (Eğer mühendisler adam gibi yapabilmişse; ama zannetmem ki mühendislerin bunun ağırlık merkezi tam dikeyde olsun diye hesap kitap yaptıklarını… Hatta ben, mühendisleri biliyorsam, bir mühendis olarak, zerre derdini gütmemişlerdir bunun. Neyin derdini gütmüşler ve hesap yapmışlardır: Bu Tv, insan tarafından taşınırken, ağırlık merkezi tam olarak şurada olsun ki taşıması kolay olsun. İşte bilenler bilir, tüplü bir tv’yi kucakladığınızda tüy gibi hafiftir, bir noktaya doğru çeker, ilginçtir… Çünkü ağırlık merkezi sizin onu en rahat taşıyabileceğiniz konumdadır.) Neyse, işte ikili sırada toplamda 8 çekmece vardı. Bu çekmecelerde, camlı yerlerde duranların aksine ne kadar ilgisiz şey varsa barınırdı. İğne, iplik, makas, krem, tornavida; bazı eski püskü bez parçaları; belki de bir defter vs. Yani cam, arkasını gösterme adına önemliyken: camekân, arkasını göstermeyen şeylerin içine ise ne koyduğunuz çok da önemli değildi. Bizim toplumumuzdaki vitrine oynamacılık, ne olduğun değil kendini nasıl sattığıncılık bu büfe bilincinden geliyor olsa gerek 😀 Ahhahahahah.

Şimdi büfe, ben ve bu Seçmeler (TBT ve TST) olayına gelek. Kış aylarında özellikle, erkenden eve girmemizin gerektiği zamanlarda… Bizimkiler telly’i seyreder, ben de vıyaklardım; ama bunu sesli olarak yapmazdım. Bir şeyler inşa etmek isterdim; her zaman böyleydim. Yaz ya da ilkbaharda dışarıda,  kış ya da sonbaharda içeride bir şeyler inşa etmem gerekirdi. Eğer edemezsem kafam patlayacak gibi olurdu. İşte bu çekmeceleri açardım, içinden benim bilmediğim şeyler çıksın diye. Annemin Avusturya’dan getirdiği eşyaların bulunduğu odaya kaçardım, orada soba moba olmadığı için buz gibi olurdu. Bir şeyler arardım orada, mantıklı, anlamlı; hem geçmişimde bir yere koyabileceğim, hem de eğlenebileceğim… Tabii annem beni ünler (çağırır), bir ara sobalı odaya gider sonra yine gözden kaybolurdum. Her gün böyle yapıyordum demiyorum; ama bazı günler çok daha baskın olurdu. O keşiflerimde neler neler buldum… Kafama göre yorumladım, bir taraflarımdan hikayeler uydurdum 😀 Her neyse, işte o büfenin önünde, arkada soba, olabildiğine sıcaklığını sırtınıza veriyorken, ben içinde bulunduğum sıkıntıdan kaçmak için elime geçen şeylerden bir şeyler yapmak isterdim ve kendime şu soruyu sorardım: Ben neden böyleyim? Ben neden öyleydim?

Hatıralarımda artık her şey birbiri içine geçti, hangisi doğru hangisi yanlış bilmiyorum. Çok zeki bir adam mıydım yoksa öyle gözükmek için mi elime geleni ona göre yorumluyor/d/um..? Bunu hiç bilemeyeceğiz 😀

O büfe sizin sosyal hayatınız. Önemli olanlar ve önemli olmayanların depolandığı bir gösterim alanı. Ama tabii ki merkezde sizi gerçeklikten uzaklaştırmak isteyen telly var. Diğer yerlerinde ise, sosyal statünüzü korumak için göstermek zorunda olduğunuz “şeyler” var. En gereksiz şeylerin olduğu yerler ya da gereksiz demeyelim, ana göre anlam kazanan şeylerin durduğu yerler de var. İşte siz insanlar, tamamen oradaki büfe gibisiniz. Farklı olan şey sizin büfenizde duramaz, çünkü yer yok. Koymaya çalışsanız sırıtır, sığıştırmaya çalışsanız, sizi değerlendiren diğer insanlar bu ne burada der ve siz cevap üretemezsiniz. O yüzden saydam olmayan şeylerin arkasına gizlersiniz istemedikerinizi; benim gibi eşyaları…  😀

Size bu kadar kızmamın sebeplerinden biri bu. Beni siz dünyaya getirdiniz; ama sadece çekmecelere izin verdiniz. Çekmecelerdeki önemsiz şeyler benimle anlam kazandığında ya bana kızdınız ya da çekmece içeriklerini değiştirdiniz 😀 Ehehehhee, eskiden sizi anlamazdım; ama anlıyorum artık (baya bir zamandır), vitrin ne, telly ne, büfe ne, yemek ne; göstermek ne demek…

Sözün özü güzel insanlar, TBT’ye başlayacak yer kalmadı, az sonra 😀

Size şimdilik bununla veda edeyim: (Bu arada ağır Hristiyanlık kokar ha :D, eheheh)

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

2018 Türk Beyin Takımı Seçmeleri

İlk önce, yani başlamadan önce şunu söyleyeyim; giriş kısmı bir miktar uzun olup, TBT Seçmeleri ile ilgili olmayabilir; olmayacak 😀

Algı: Ne olduğunuz değil, nasıl göründüğünüz…

Normalde sürekli yazmam gerek, çünkü anlatamıyorum kendimi. Hoş, birkaç senedir bakıyorum, aslında kendimi anlatacak pek bir şeyim de yok 😀 O zaman algı üzerine oynamak en güzeli. Çünkü algı denen şey çok ilginç bir şey. Hatta buna uygun düşen bir şey ekleyebilirim buraya:

Tamam “delusion” tam olarak algı değil; ama nedense bende aynı hissi uyandırıyor. Toplum ya da daha küçük âlemde aileniz, sevdikleriniz bir algı yaratmınızı istiyor. Belki doğrudan istemiyorlar bunu; ama şu sözel kodlar var ya: Böyle olmalısın, bunu yapmalısın, şöyle giyinmelisin, şuna inanmalısın, şunu düşünmelisin… İyi insan budur, kötü insan budur; bağımlı budur, bağımsız budur…

Her zaman inatçı eşek oldum, biliyorum be keçiydi; ama eşek daha güzel geldi, göndermesi de var bunun; ama uğraşamayacağım şimdi. İşin komiği sizin üzerinizden algı yaratılmasına karşı koyarken, aslında başka bir algı yaratıyorsunuz: İlginç, başka, asi, garip, deli vb…

İnsanlar üzerinde kendimle ilgili ilk oluşturmaya çalıştığım algı: kötü bir insanım, benden uzak durun oldu, 13-14’lü yaşlarımda. Sonraki (15 sene kadar sonra :D) yıllarda terk ettim bunu; ama inanın uzun yıllar boyunca bu algıyı kuvvetlendirmek için elimden geleni yaptım. İnsanlara karşı öfkeliydim, onların biriktirdiklerine karşı, o kadar şey biriktirmelerine rağmen bu kadar çelimsiz ve çaresiz olmalarına karşı… Ama bir yandan da kimseye zarar vermek istemiyordum. Farklı olmak istediğim yıllar var; belki de bu kadar gözardı edilmemin sebebinin benim farklı oluşuma yormak istememden kaynaklı olabilir; emin değilim, olabilir işte. Hani bir geyik vardır ya: Köprüden önceki son çıkış işte o misal, insanları “ben sapağından” kurtarmaya çalışıyordum. Fakat işin ilginç kısmı, her insan gibi sevilmek, fark edilmek istiyordum; ama bir yandan insanlar ve onların algı düzenlerinden, size biçtikleri rolden nefret ediyordum; tam bir çelişki yumağı…

Çünkü böyle bir durumda kaldığınızda kıpırdayamıyorsunuz. Misal ben, bilim insanı olmak istiyordum, öğrenmeyi seviyordum; ki hala çok severim. Ama bir üniversite okumak ya da sana biçilen yolda gitmek onların algı düzenlerine hizmet edeceğinden hep ayak diredim. Halbuki istiyordum bunu yapmak; ama bir yanım o kadar seneye ihanet edeceğimden bahsediyordu, kendime ihanet edeceğimden… Oysa, geçip giden yıllar bana kendimden başka hiç kimsenin olmadığını öğretti. Bu yüzden, o yolda giden insanlarla, arkadaşlarımla dalga geçtim, onları küçük gördüm… Saçma salak bir şeyin savaşını veriyorlar ve başka insanların yarattığı algı dünyasında yerlerini alıyorlar, sağlamlaştırıyorlar diye. Nasıl, dayalı döşeli bir ev; sizi seven bir eş, lüküs bir araç, bir iş, belli bir düşünce kalıbı, düşmanlar ve dostlar, inanç nainanç vb…

Burada samimiyetle söylemek gerekirse, tüm bunlardan sıyrılmak için kendi algı evrenimi yaratmak için özel bir çabaya girmedim. İnsanlar bana zeki dediler, güldüm; sen akıllısın dediler kafamı salladım; sen neler yapmışsın dediler olur öyle şeyler dedim… Bunları hiç inanmayarak söylediğimi düşünmeyin, o kadar mütevazı bir adam değilim; lakin bir yalan vardı. Yalan yoktu da, eksik bir şey vardı. Ben çocukken şöyle bir şey düşünmüştüm: Eğer bir yaratıcı varsa, ve her şeyi yaratmışsa, demek ki her şeyi inanılmaz güzel yaratmıştır: olağanüstü. Fakat anlatılana göre insan olağanüstü’yü kavramaktan bihaber; ama kavrayabilmesi lazım; çünkü içinde yaşadığı evrende gerçekleşiyor hadise. O zaman olağanüstü’yü olağan yapması gerek, peki nasıl yapar bunu? Üstü’den nasıl kurtulur..? Çok basit, eksik bularak 😀

Ve insan, eksik bulmaya başladı. Kendinde buldu önce, baktı olacak gibi değil, başkalarında bulmaya başladı. Başkalarında bulduğu eksikler bir grup oluşturunca (ortak eksikler) onlara isim vermeye başladı: Cadı, dinsiz, kafir, iyi, kötü, gay vb. Ortaklık buldukça bir algı evreni yaratmaya başladı. Çünkü sadece bir birey bulmuyordu bu eksikleri, başkaları da buluyordu. Zaten grup olarak adlandırma başka başka bireylerin ortak çalışması ile ortaya çıktı. Buna siz, insanlık tecrübesi diyebilirsiniz, ben öyle demiyorum sadece. Tabii ki kafam basıyor, insanlığın ortak birikimleri bizi daha uzun bir hayat sürmede destekliyor; ama bir yandan da algı evreni oluşturuyor. Ve bu algı evreni, sonrasında Şehadet, Namus, Kız, Erkek, Kırmızı Işık gibi şeyleri üretiyor. Yanlış anlaşılmasın, bir anarşist değilim; hatta onlar da başka bir algı evreninin çocukları. Bir yerde şunu öğrendim: Sisteme karşı olabilirsin; ama sistemin sunduğu her şeyi reddederek sevmediğin sistemi alaşağı edemezsin; o sistemin içinde büyümen, bazı şeylerini kabullenip, o kabullenmelerin sana bahşettiklerinden hareketle sistemin bazı sütunlarını oynatmalısın. Komünizme, Liberalizme ve diğer izmlere bakın, içinde büyüdükleri sistemden beslenip, farklı bir algı evrenine yol açmak istemişlerdir. Lakin bunu yaparken aynı isyan ettikleri sistemdeki, algı düzlemindekine benzer bir algı dünyası oluşturacaklarından bihaberdiler. Çok basit bir örnek, bugün LGBT herkes için normal olsa, hatta baskın düşünce bu olsa, LGBT harflerinden birinde yer almayan insanlar, farklı bir algı dünyası oluşturmak zorunda bırakılacaklar, değişmez doğru bu çünkü…

İlk başta, yani 13-14 yaşlarındayken bir anarşist gibi davrandım; her şeyi reddettim; ben haklıyım dedim. Bu algı sonrasında 18-19’larda ben farklıyıma, bu yüzden ayrı kutuplardayıza evrildi. Lakin şu tarafı  unutmayın, tüm süreçte insandım ve sevilmek istiyordum. Bunun olmayacağını anladığımda, ben de değiştim, kendi algımı oluşturdum,ya da ilk videodaki gibi şahsi “delusion”ınıma hayat verdim.

İlk başta zor oldu; çünkü algı oluşturmak tam olarak ne bilmiyordum. Ben yıllarca neysem oydum, nefretini gösteren, iyilik yapıldığında vefa borcunu ödeyen… Ama sizin algı evreniniz bana şunu öğretti: Sen sen olduğun için onların arasında yer alamazsın; sen sen olmadan sen gibi gözüküp onların içinde yer almalısın. İşte bunu anladığımda; ki uzun yıllar sizi gözlemlememin de epey getirisi oldu, ben siz ne isterseniz o olan adama dönüştüm. Bir süre işledi bu algı evreni; ama eksikti, çünkü bazılarınız benim ikiyüzlü ya da sahtekâr olduğumu anlıyordu. O zaman bunun içine bir nebze kendimi koymamın gerektiğini idrak ettim. Nasıl mıydı oluşturduğum algı evreni, delusion: Dinleyen, mantıklı konuşan, sevgiye ilk başta sertlikle yanıt veren; karşıdan gelen cevaba göre yelkenleri indiren ya da eğer fayda sağlıyorsa sertliği belirli bir dozajda devam ettiren; hissediyor gibi yapan, hakikaten hissettiğine kendi de inanan… İşte şimdi burada bir parantez açmak gerek, neden mi, insanların bir kısmı bana manipülasyoncu dediler. Hatta bir kısmı narsisist, bir kısmı ezik, looser, bir kısmı delikanlı, baba;… Böyle gidiyor, ne isterseniz eklemleyin buraya.

Kendi yarattığım-istemsizce olduğunu söyledim- algı evreninin içinde kaybolmuştum. Bana ne derlerse acaba öyle miyim diye düşünüyordum, sadece düşünmüyor başka insanlara soruyor, testler yapıyor, yazılar ya da kitaplar okuyordum. İşte tüm bu uğraşlar, kendimden çok çok büyük yarattığım algı evreni sadece bir şeyi besledi: manipülasyon; yani algıyı kullanarak diğer insanları kullanmak. Bir ara buna karşı çıktım, sonra kabul ettim; ne de olsa kendi algı evrenleri olan insanlar, eğer aynı şeyi söylüyorlarsa bir bildikleri vardır diye. Size yukarıda bahsettim ya, yaftalama…

Kendi algı evrenim içerisinde kaldığım zaman boyunca sordum, ben insanları kullanıyor, onları manipüle ediyor muyum diye. Buna bazen evet dedim, bazen hayır. İşin komiği burası işte, kendi algı evrenim içerisinde kaybolmuştum. Hoş, birkaç tane çıpam var; komiktir her zaman iş yapıyorlar. Bu da bambaşka bir yazının mevzusu; ama yetiştirdiğim insanlara hep söylemeye çalıştım: Bir tane “core code” olsun diye ve siz her şeyi sıfırlasanız da onun üzerinden tekrar başlayın. İşte bende bu: İnsanlara fayda, benim core code’um bu. Bu beraberinde vicdana hayat veriyor; ki kendisi benim zayıf noktamdır. He, neden söylüyorum zayıf noktamı, çünkü öyle bir algı evreni oluşturdum, siz beni kendi eksiklerinden sakınmayan adam olarak biliyorsunuz 😀

Artık bitireyim, yoruldum çünkü. Sizin kurallarınıza göre oynamadım, kaybettim; sonra sizin kurallarınıza göre oynayayım dedim, yine olmadı. Neden mi, çünkü hayat bu. Benim yaşayış amacım sıkıntılı, eğer olmasaydı, belki de yukarıda bana dediğiniz çoğu şeyde haklı olmuş olacaktınız.

Şimdi size yaşayış amacımı söylemeyeceğim, en azından bu kadar açık belirtmeyeceğim. Başka yerlere, yok, kendi algı evreninize çekersiniz ve üstü kısmından kurtulursunuz. Çünkü benim algı evrenime göre o olağanüstü…

Size bunla veda edeyim, video fotosu kötü olabilir size göre; ama dinleme açısından, benim için hoş. Yazar da ben olduğuma göre, istediğimi seçebilirim 😀

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | 1 Yorum

Türkiye Zeka Oyunları 2018

Veeee başladı!

– (Biri) Ne başladı hacı abi?

– (SY) Ne yani, tey tey…

– (Biri) Ne var ki bunda, başlayan her şeyi bilmek zorunda mıyım?

– (SY) Tamam be, artizlik yapma!

– (Biri) Alakası bile yok; senin gibi trip ustası varken bize artizlik düşmez paşam.

– (SY) Lütfen laf sokmayalım!

– (Biri) Onun adı laf sokmak değil, argoya kayma, laf atma dersin, armut…

– (SY) Bir de ders veriyor adam, neyse işte, Türkiye Zeka Oyunları Kayıtları Başladı!

– (Biri) Nerde başladı?

– (SY) 7 Aralık’ta Türkiye Zeka Oyunları Sitesi’nde

– (Biri) Ne oluyor ki şimdi?

– (SY) Ya sen boşver… Hem araya girip akışı bozuyorsun; diyalog olarak yazmak istemiyorum, lütfen çekil aradan.

– (Biri) Sayın S., S Sayın! Benim araya girdiğim yok, sen dâhil ettin beni

– (SY) Tamam, anladım, işte kapı orada, çavv

[Biri çıkar]

 

tzo logo

Part 1: Geçmiş Zaman Olur Ki

Bundan 1 yıl kadar evvel, bir grup insan olarak kafaya koyduk böyle güzide bir şey yapalım diye. Burada İstek Okulları Genel Müdürlüğü’nün, özellikle Kurumsal İletişim Departmanı’nın büyük katkıları mevcut. Nihayetinde organizasyonu o bölümle birlikte yapıyoruz. Ama bu tür büyük organizasyonlarda, kurumsal yapının neredeyse çoğu enstrümanını çalıştırmanız gerekir; o yüzden hem bu yarışmaya katılan, ve dahası yıllardır bu alanda olup, böyle büyük organizasyon yapmak isteyen, yapan kendim gibi insanlar adına; bütün istek Okulları Ailesine, Yeditepe Üniversitesi’ne, Türk Beyin Takımı’na, Milli Eğitim Bakanlığı’na; ayrıca bazı özel insanlara – ki inanmasalar bu fikre, mümkün olmazdı bu organizasyon- teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunarım.

Part 2: Türkiye Zeka Oyunları 2017

İlki iki aşamada gerçekleşti. Eleme ve Final. Eleme kısmı online olarak yapıldı. Eleme sonrası Türkiye’nin dört bir yanından 200 güzide insan finallere davet edildi. Güzel davet ettik yalan yok 😀 Tabii burada da bu gençlerin finallere katılmasında büyük emeği olan velileri ve öğretmenleri atlamamak gerek. Ne kadar uzaktan gelirse o kadar çok takdir etmek gerek; kanaatimce de en büyük takdiri Hakkari kafilesi alır. Geçen sene bu organizasyona katılan herkese takdirlerimi çakarım; yani selam çakmak var ya, o misal işte.

Aslında geçen sene ne yaptığımızı en güzel anlatan şey, hemen aşağıdaki video:

Part 3: Türkiye Zeka Oyunları 2018

Çalışmalara hemen başladık, hatta şu kadarını söyleyebilirim. Geçen sene finalleri 11-13 Mayıs tarihlerinde düzenledikten sonra, 15-16 Mayıs gibi organizasyon ekibi olarak oturduk; ne yaptık bu sene, gelecek sene ne yapmalıyızı konuştuk ve konuştuğumuz, karar verdiğimiz şeyleri hayata geçirmeye başladık. Neydi bunlar?

Örneğin bütün liselere açtık yarışmayı; geçen sene sınırlı tutmuştuk.

Eleme kısmının süresini arttırdık, artık genç insanlar bir güne değil, 5 güne sahip olacaklar cevaplarını girmek için.

Dahası sitemizi yeniledik; içeriğini zenginleştirdik ve zenginleştirmeye devam ediyoruz.

Ödülleri daha da arttırdık; yeter ki gençler mutlu olsun 😀

Hatta şunu yapalım dedik ve geçen hafta (7 Aralık) başladık. O mu neydi, genç insanlara dokunmaktı. Nasıl dokunacaktık, onlara sadece sosyal medyadan değil, doğrudan karşılarına çıkarak. Seminerlerden bahsediyorum. İlk önce İstanbul, ardından Anadolu’daki liseler. An itibariyle, yani 14 Aralık’a kadar düzenlediğimiz seminerler:

7 Aralık Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesi

7 Aralık İstek Kemal Atatürk Okulları

11 Aralık İstek Bilge Kağan Okulları

12 Aralık İstek Acıbadem Okulları

13 Aralık İstek Belde Okulları

14 Aralık İstek Atanur Oğuz Okulları

Sadece bu ilk 6 seminerde yaklaşık 1500 genç insanlar bir araya geldim; büyük ihtimalle Eleme öncesine kadar sayı 10bini bulacak. Hımmm, baya ünlü olurum ha!!! Hiç aklıma gelmemişti, 10bin dene insanla bir araya geleceğim, abovvvvv 😀

Ve önümüzdeki günlerde:

15 Aralık İstek Semiha Şakir Okulları

18 Aralık İstek Kaşgarlı Mahmut Okulları

20 Aralık İstek Uluğbey Okulları

22 Aralık İstanbul Atatürk Fen Lisesi

Akabinde İstanbul’daki bir miktar daha okulla devam edip (Kesinleşti; ama tarihler kesinleşmedi), Gebze’ye doğru açılacak, sonrasında Denizli tarafına doğru, İzmir’le birlikte yelken açıp İstanbul semalarına geri döndükten sonra, Bursa tarafına yolu düşecek olup; akabinde de İç Anadolu ve Karadeniz tarafına doğru şiddetli bir şekilde seyredebilir.

Tüm seminerler, ve fotoğraflar için lütfen TIKLAYINIZ.

Ara not: Sitenin yukarıdaki kısmına bir “Seminer Talep Formu” eklemeyi düşünüyoruz. Henüz tam olarak karar verilmiş olmasa da, ekipteki arkadaşlar sıcak yaklaşıyorlar bu fikre. Buradaki amacımız, bizim ulaşamadığımız ama istekli okulların bize ulaşmasının önünü açmak.

Ayrıca şunu yaptık; ki ekip arkadaşlarımı canı gönülden kutlamam gerek; özellikle grafik tasarım tarafındaki arkadaşları. Geçen yıl düzenlediğimiz yarışmanın bütün sorularını, resimlerini vb. yi  kitaplaştırdık. Önümüzdeki günlerde, önceki yıl katılan, bu sene çok ciddi talep gösteren okullara bu kitapçıkları gönderip, katılmak isteyen öğrencileri daha verimli bir şekilde yönlendirmek istiyoruz.

13 Aralık tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde Türkiye Zeka Oyunları Seminerleri ile ilgili yapılan haber için, yukarıdan buyrun.

Daha neler mi yapacağız, anlatım videoları, yarışmaya kadar ödüllü sorular… Mantık, herkesi sıcak tutalım; ki sımsıcak gelsinler finallere 😀

-(Biri) Araya giriyorum da, şu ödüllerden bahsetsen artık.

-(SY) Yahu sana ne, istediğim zaman bahsederim.

-(Biri) Ya birader, sen eskiden daha anlayışlı bir adamdın, şimdi ne desek kızıyorsun; yaşlanınca amma da huysuz oldun ha!

-(SY) Abi sen de olaya balıklama atlayıp, akışımı bozuyorsun. Yaşlı değilim hem, ne alaka.

-(Biri) Ne olacak ki; zaten aktığını nereden biliyorsun? Bu arada yaşlısınız bayım.

-(SY) Yahu bir yürü git…

-(Biri) Part olayını da Tarantino agaya özendiğinden yaptığını biliyorum.

-(SY) Aman aferin sana! Hadi git, kahve falan iç sen, armut.

[Biri çıkar]

tzo afiş 22aralik_2

Part 4: Serkan Yürekli Kim ki, ne diyor bu aga?

-(Biri) Bakıyorum kendini övecek bir yer buldun yine.

-(SY) Adama git dedik, yine zart diye geldi. Alakası bile yok bu arada.

-(Biri) He he canım, öyle ne alakası olacak (?)

-(SY) Bir defa öyle bir amacım yok, tek gayem seminerlerde karşılarına çıkacak adamın ya da eleme veyahut finallerde karşılaşacakları soruların bu işi bilen biri tarafından yapıldığını bilmeleri.

-(Biri) Tabii ki kuzum, illa ki öyledir; aynen…

-(SY) Çok kötü niyetlisin!

-(Biri) Ben mi? Güldürme beni yavrucak

-(SY) Nasıl hitap ediyorsun sen bana! Sen benim kim olduğumu biliyor musun!

-(Biri) Oy oy oy! Beyime bak, klişe lafı da etti!

-(SY) Sen zorladın beni! Hiç de öyle demek istememiştim.

-(Biri) Kardeş, sanki baskı altında dağılıyor gibisin; bilinçaltın ortaya çıkıyor gibi; hehehehe

-(SY) Anlatmıyorum lan! Sana inat anlatmıyorum!

-(Biri) Pek isabetli olur güzel kardeşim. Kimse senin kendinle alakalı zırvaları dinlemek istemiyor zaten. Her zaman bir şekilde kendine getiriyorsun mevzuyu.

-(SY) …

-(Biri) Oyyy ya! Kuzum benim, üzüldün mü? Tamam tamam, hadi şimdi depresif olursun sen, tamam, ben gidiyorum, sen takıl.

Part 5: Geçen Seneden Bağzı Fotoraflar 

Foto 1[Antep’ten gelen takım; datlı gençlerdi]

Foto 2[Toplu Fotoğraf]

Foto 3[Yarışma Salonu]

Foto 4[Çözü çözüveren gençler topluluğu]

Foto 5[Mekanik Renkli Bir Bölüm]

Foto 6[Başka Bir Mekanik]

Foto 7[İstekli’ydi Herkes Çözmek Adına :D]

Foto 8[Türkiye Şampiyonu, Efe Alan]

Part 6: Türkiye Zeka Oyunları 2018 Ödüller

5 tane kategori var, her kategoride ilk üçe girenler sırasıyla: 1000 -1500 – 2500 TL

Genel Yarışma İlk Üçü, sırasıyla: 3000 – 5000 – 7000 TL, ŞARTNAME ve ÖDÜLLER İÇİN

-(Biri) Baba bu ödüller ne böyle!

-(SY) Ne oldu, yine çıktın geldin?

-(Biri) Kahvem bitti de, bir de uyumaya gideceğim, gitmeden sana takılayım dedim; iyi yerde gelmişim.

-(SY) İşim var, hadi ne söyleyeceksen söyle.

-(Biri) Hakikaten veriyor musunuz bu ödülleri hep?

-(SY) Şaka mı yapıyorsun birader, MEB onaylıyor Şartname’yi ve orada belirtilmiş bu ödüller. Hem neden vermeyelim; başarıyı ödüllendirmek erdemdir.

-(Biri) Ya boşver bu beylik lafları arkadaş; ben de girebilir miyim buna?

-(SY) Hahahahaha, oh olsun sana işte..!

-(Biri) Ne oldu be?

-(SY) Ohhhh var ya içimin yağları eridi. Seninle benim kan bağımız olduğundan, maalesef katılamazsın!

-(Biri) Neden be? Hem kim nerden bilecek kan bağımız olduğunu?

-(SY) Oğlum sen mi aptalsın ben mi bilemedim. Soyadımız aynı ya

-(Biri) Ama ismimiz farklı.

-(SY) Birader git vallaha, uğraşamayacağım seninle.

-(Biri) Ya Serkan, hakikaten kafan basmıyor. Yatmadan önce sana takılacağım dedim; sanırım sen onu seninle takılacağım zannettin. Yine oltaya geldin be birader! Hehehe… Bir de soruları sen hazırlıyorsun, artık nasıl hazırlıyorsan?

-(SY) Yürü git embesil.

-(Biri) Aman be, yorgun olunca hiç çekilmiyorsun.

Part 7: Ne yapmalıyız o halde?

Yarışmaya kayıt olmalı ve kendinizi hazırlamalısınız. (Biri): Tam Kamu spotu tadında demiş, armut bu uşak ya… (SY): Çık lan aradan!

Çavvv (SY)

Gider ayak bunu dinleyin (Biri):

 

 

Türk Beyin Takımı, Türkiye Zeka Oyunları Olimpiyatı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci WPC ve TBT Bölüm 6

Bölüm 5 için TIKLAYIN

Sancı

Sanılmasın ki oturup bir günde yazıyorum tüm bunları. Tam bunu demişken aklıma geldi. Aslında akla getirme zinciri son derece basit, her insan evladındaki güzel bir uygulama. Oturup bir günde yazmıyorum, parça parça yazıyorum dediğimde beyin denen kıvrımlı yapı, arada döne döne yapılan uygulamaları içeren dosyayı getirip açıyor hemen. Bir tarama yapılabilmesi için bir başlangıç koşulu(initial condition)[bunu neden yaparlar anlamam] gerekiyor. Az önce kahve için su kaynatırken(hemen kaynaması için kayna kayna kaynana türküsünü söylüyorum) Wall E filminden bahsetsem mi diye düşünmüştüm. Sanırım bahsedebilme ihtimalim yüksekti(şimdi üstü kapalı da olsa bahsetmiş oldum) bu yüzden film kısmı bir yerlerde takılı kaldı. Beyin taramaya başlamadan önce başlangıç koşulu olarak film kelimesini aldı ve yarım bırakıla bırakıla yapılan ya da bu eylemin geçtiği bir film seçti. Ama seçerken bir koşul daha kullandı ki o da yenilen yemekti. Biraz özel yaşama müdahale oluyor ama yemek olarak da arkadaşlarla akşam vaktinde her tüketici bünyenin yapması gerektiği gibi(bak bak) pizza tükettik. Her neyse işte beyin, film, pizza ve yarım bırakıla bırakıla yapılan anahtar kelimelerini birleştirip bize neticeyi sundu: Cobra. Başrollerinde bizim Slyvester Stallone amcanın oynadığı poliseye bir film. Çocukken izlemiştik bir de geçenlerde tvde tekrar boy gösterdi. Bunu paylaşmak istedim. Arkadaşın dediği gibi paylaşım ne kadar güzel bir şey. Arkadaş bunu net üzerinden indirdiği filmleri yükleyen arkadaşlar için söylemişti ama fark etmez. Sancı da buradan kaynaklanıyor zannımca. Yazıya hemen geri dönüş yapılamıyor. Biraz yalpalama oluyor. Bir nevi ısınma turu atıyoruz. Döne döne yapılan uygulama da bu yazının bu ikinci kısmını yazış şeklimden ötürü edilmişti. Buradan birinci kısmı bir oturuşta yazdığım anlaşılıyor sanırım ve buna literatürde satıraralarınıokumak mı deniyor?

Bir de kahve sırasında şu düştü aklıma. Acaba bu adamlar beni her şampiyonadan sonra ya da buna benzer bir uygulamadan sonra bunu bize bildirmeyi kendine görev addetmiş bir insan olarak mı görüyorlar diye. Yok hayır, asla böyle bir misyonum yoktur. İsteyen istediğini yazabilir, bana has bir şey değil bu. En güzel en nezih ben yazıyorum da o yüzden ben yazıyorum gibi bir şey de değildir. Böyle sanılması beni çok incitir, kırar, çat diye çatlatır.

Artık devam edelim kaldığımız yerden. Müsaadenizle. Evet, müsaade benim. Teşekkür ederim.

***********

Sonraki bölüm “Crypto” bölümüydü. Bu bölüm klasik olarak tabir edilen soruların harflendirilmesi yani şifrelenmesi ile oluşan bölüm olarak gösterilmiştir yarışmacılara. Bir güzellik yapıp hangi sorulardan oluştuğunu yazmak istiyorum: Sudoku(24 puan), Fences[Çit](25 puan), Snake[Yılan](18 puan), Four Winds[Işın Ağı](22 p), Clouds[Radar](22p), Skyscrapers[Apartmanlar](27p) ve doğru olarak her harf için 4 puan. 17 tane harfe 0-9 rakamlar (1-9 da olabilir) şifrelenmişti. 17 harf olması yüzünden bazı rakamlar farklı harflere karşılık gelecekti. Misal hatırladığım kadarıyla W=8 di. Ya da bir başka bölümdeki buna benzer bir soru için geçerli olan bir karşılıktı bu, her neyse önemli değil. Murat bu bölümden önce bonus alacağım demişti, bir bölümde de ben finished diyeceğim. Ben de tamam dedim, seni izlemek için bölüm bitmeden bir 15 dakika öncesinde salonda olacağım. Küçük bir hesap yaptım, aşağıya salona indiğimde bölüm başlayalı 15 dakika olmuştu. Daha 45 dakika vardı ben de izlemeye başladım. Dikkatlice Murat’ı, Gülçe’yi, Salih’i izliyordum. Daha önce de dediğim gibi Barış’ın konumu izlenmeye pek müsait değildi. Dakikalar bir bir geçiyordu. Murat’ın yaptığı hamleler çok can alıcıydı. Çok fazla zaman vardı diye hatırlıyorum ki geriye 2 tane sorusu kalmıştı: radar ve apartmanlar. Bulunduğum yerden soruları tam göremesem de, ki uzağı da göremem, soruların yerlerinden ne olduklarını kestirebiliyordum. Murat gayet nezih hareketler yapıyordu, nerden biliyorum, silgi kullanmıyordu. Şunu da belirtmem lazım. Daha öncesinde yapılan çalışma esnasında Salih bir tablo icat etmişti. Bu tabloda en baştaki sütunda 17 tane harf alt alta geliyordu. Üst satırda da rakamlar yazılmıştı sırasıyla. Hangi harfe hangi rakamların kaldığını görmek için gayet elverişli bir uygulamaydı. Yarışmada da uygulama kararı alınmıştı. Murat bu tablonun çok işine yaradığını söyledi sonrasında. Ben Murat’ın 2 sorusu kalmasından ötürü epey heyecanlanmış, tamam artık ilk olarak verecek diyordum. Ama Alman hızlı çıktı, bitime 20 dakika varken Almanlardan Ulrich finished dedi. Höh dedik hep beraber. Teslim etti ve salondan ayrıldı. O kadar dikkatli izliyordum ki gözetmen olan Rus biladerler şüpheli şüpheli bakıyorlardı bana. Sanki ne yapacaksam. Bu yüzden kah başka taraflara dönüyordum, kah yerimi değiştiriyordum; ama bölüm sonuna kadar garip garip baktılar. Saçma bir hareket. 10 dakika civarında Thomas bitirdi. Murat hâlâ o 2 sorudaydı. Siliyordu sanırım, birkaç bir şey patladı. Sonrasında düzeltti. Verenlerin sayısı 5 kadar olmuştu bitime 5 dakika kadar kala. Murat ne de olsa ilk teslim etmedim diyerekten kontrollere başladı. 3 dakika kadar sürdü kontrol etmesi. Bir ara m… Fransız da vermişti. 2 dakika kadar kala Murat da finished dedi ve teslim etti. Salona ilk geldiğimde Gülçe de çok istekli görünüyordu. Nereden çıkardım bunu derseniz sorular üzerinde sadece gözlerini değil parmaklarını da hareket ettiriyordu. Bu ne kadar konsantre olduğunun göstergesidir. Ama bir yerde bir harf patladı sanırım. O da öyle söyledi zaten. Bir yerde bir hata oldu, tabii harfler tüm sorularda ortak olduğu için diğer sorularında patlamasına sebep oldu. Yazık oldu, çok da uğraştı düzeltmek için, ama bir soru patladığında bile çok fazla şey silmeden düzeltmek zorken, birbirlerine harflerle bağlı sorulardan biri patladığında onları düzeltmek pek bir zor olsa gerek. Bölüm bittiğinde 10 kadar bitiren ve teslim eden vardı. Bu bölümde puan tablosuna bakınca gördüm ki Thomas patlatmış. Ulrich bonuslarla birlikte bu bölümden 320 puan aldı. Bu bölümün 200 puan değerinde olduğu düşünülürse aldığı muazzam bonus görülecektir. Murat 214, bir diğer Alman Michael Ley 275, m… Fransız da 237 puan vb almışlar.

Son bölüm de “Cards” bölümüydü; ki bu bölümde batak oynandı, başka bir şey değil.

*-*-*-*-*-

*

*

*-*-*-*-*

*

*

*-*-*-*-*

Soruları Okuyan Adam

 En son yazacağımı araya alıyorum. Böylece güllaç hadisesinin sonunda yazacağımı da burada yazmış olup her iki yazıyı Murat üzerinden birbirlerine bağlıyorum. Anladığım kadarıyla çok şey yapıyorum.

 Nedir soruları okumak, okumak nedir, soru nedir, adam nedir? Evet, bu sorulara cevap verdiğimiz takdirde başlığı tanımlamış, anlatmış olacağız. Yok öyle bir şey, hemen gösterelim:

Soru: Başkaları tarafından hazırlanan belirli yöntem gerektiren, düşünmeye sevkettirici eşya

Okumak: Göz ve beyin koordinasyonu vasıtasıyla gözün görebildiği eşyalar üzerinde kurulan hakimiyetin icat edilen yazı dili vasıtasıyla çevrilmesi.

Adam: Adem’in evlatlarından biri, topraküstüyaşayanı

Gördüğünüz gibi hiçbir şey olmadı. Demek ki neymiş efendim, kelimelerin kendi manaları olduğu gibi bu manaların bir araya gelmesiyle tüm bu manaların üstünde oluşan başka bir manası da varmış. Of Allah’ım neler söylüyorum neler ben, maşallah maşallah, de açılın artık.

Önümüzde duran bir soru var ya da bulmaca işte. Bu bulmacayı çözünür kılabilmek için, içine ya da dışına ya da herhangi bir yerine ipuçları verilmiş. Çözen şahsın yapması gereken ipuçlarını elinden geldiğince hızlı bir şekilde takip etmek ve bu ipuçlarından en kısa süre içerisinde bir neticeye varmak. İşte Murat’ın artılarından biri de budur. O karşısındaki soruyu çözmeye başladığı zaman, ipuçlarını nasıl takip edeceğini, onu nereye götüreceğini, kapıyı açacak ilk anahtarın hangisi olduğunu çok kısa bir süre içerisinde idrak edebilmekte ve çözümü bunun üstüne oturtmaktadır. Bu tam olarak bir yetenek değil, hızlı çözümleme ile alakalıdır. Yani beyin eldeki verileri değerlendirip onları bir şekilde sıralayarak ya da onlardan sonra yapılması gerekeni çabucak bularak Murat’ın eline sinyalleri göndermektedir. Bu durum, herhangi bir çözücüde Murat’ınki kadar hızlı olmayacaktır. Çünkü onun hızlı olması sadece bununla da ilgili değildir. Hızlı karar verebilme, soruyu nereden ele alacağını bilmenin yanında sağlam bir konsantrasyon da gereklidir yukarıdaki hamleleri yapabilmek için. Ulrich yarışmadan sonraki basın toplantısı gibi bir toparlanış sırasında kendisine sorulan soruya, sağladığı konsantrasyonu tanımlayıcı güzel laflar etmiştir. Dediğine göre bu adam önündeki masaya odaklanıyormuş ve masanın üzerindekine. Ondan başka hiçbir şey yokmuş, her şeyi unutuyormuş geride bırakıyormuş. Yani beynini farklı kanallara kanalize olmasını engelleyerek dikkatini tek bir nokta üzerinde topluyor. Küçükken yapılan güneş topla benim için merceğinde olduğu gibi. Mercek Güneş’ten aldığı ışığı toplamaktadır ve mercek kağıt üzerinde tek bir noktaya kilitlenmiştir. Böylece bir süre sonra kağıttan dumanlar çıkacak, akabinde de yanıp bitecektir. Bu adamların çözme hadisesi de bu şekildedir ve sorunun çözümü de aynı bu şekilde gerçekleşir. Misalen bunu destekleme adına bir örnek vermek gerekirse. Sayın Michael’e Tunay vasıtasıyla Almanca dilinin nimetlerinden faydalanarak neden olmuyor diye sorduğumuzda kafasını işaret etmişti. Bu adam defalarca dünya 4lükleri, 5 ve 6.lıkları yaşadı; ama ne zaman sonunu getirmeye kalksa olmadı. Adamın sorunu kafadaydı, psikoloji denen zımbırtıdaydı; yoksa adamın kalitesinde herhangi bir deformasyon yoktu. Murat, konsantre olmakla alakalı kendisi için uyguladığı ya da yarışma esnasında onu bozacak şeyleri nasıl engellediğini anlattı. Diyor ki bu yukarıdaki Michael denen adam Prag’taki sudoku yarışması esnasında yanında sürekli şekerleme bulunduruyormuş. Sebebi de ihtiyaç duyulan karbonhidrattan dolayıymış. Beyne gaz için işte. Murat da ben de adamın hemen yanında oturuyordum; bana da ikram etti ben de aldım. Bölüm başladı, ağzımdaki şekeri evirip çeviriyordum. Ama aklım soruda değil, ağzımda oradan oraya yuvarlanan şekerdeydi. Sorulara odaklanamıyordum, şekeri parça pinçik ettim. Bu sefer de dişlerime yapışan kısımları beni rahatsız etmeye başladı. Bu şampiyonada bu tür şeylere mahal vermemek için her bölümden önce dişlerimi fırçaladım, çok da rahat ettim. Gördüğünüz gibi efendiler, küçük bir şey de olsa sizi alıp başka taraflara götürmeye yetebiliyor. Bunun için de temizlik şart. Her bölümden sonra günde 3 defa.

Murat gibi adamların en büyük artılarından biri kendilerine güvenleri ve bir işle meşgul oldukları esnada kendilerini tamamen o işin içine tabiri caizse erimiş cevher gibi akıtabilmelidir. Buna en güzel örnek sanırım Terminatör 2 filmindeki civa adamdır. Dokunduğu(ebatlarda problem olmayacak bildiğiniz gibi, yani bir şişe şeklini alamıyor arkadaş) herhangi bir nesnenin şeklini alabilen bu akışkan arkadaş, nüfuz edebilme kabiliyeti hayli yüksek bir vatandaştır. Murat ve türevlerinde de bu tür davranışlar gözlemlenmiştir. Onlar ki önlerinde duran bir probleme gediklerinden nüfuz etmeye çalışırlar. Gedikler de soruyu ya da problemi inşa eden tarafından bırakılmış açık kapılardır. Bazen kapıların birden fazla kilitle kilitlendiği de olur. İşte böyle durumlarda bu adamlar herhangi bir çözme niyetlisi arkadaşın düşeceği hataya düşmezler. Yapacakları denemeleri belli bir sisteme göre icra ederler. Eğer ki bir deneme kendisinden sonra parça parça açtırmıyorsa bir yerleri onu kaale almazlar. Başka tarafa yönelirler. Bunlar kısa zaman dilimleri içinde olur. Yani benim gibi biri henüz nereden denemeye başlayacağını bilmezken ve bakınırken; bu adam deneme gerektiğini anlamış, şimdi en kısa hangi şekilde deneyip denenecek yerin içerde mi dışarıda mı kalacağını düşünmektedir. Düşünün ki bu adamlar işte bu yüzden çok hızlı hareket etmektedirler.

Murat ve türevlerinde görülen başka bir haslet çabuk bozulmamalarıdır. Yani soru bir yerde patladığında hemen bırakıp kaçmazlar. İşin içinden ne kadar çıkılamayacak gibi görünse de bir şekilde çözümü elde etmek için yollar bulmaya çalışırlar. En nihayetinde olmuyorsa silerler ve tekrardan yaparlar. Burada kendine güven hadisesi de çok önemlidir. Eğer ki kendilerinden bu kadar emin olmasalar zaten ismi geçen soruda bu kadar oyalanıp da zaman kaybetmeye kalkmazlardı. Ama güven fakülteleri Street Fighter oyununda perfect yapmaya doğru giden oyuncunun oynadığı karakterin canı kadar doludur, bu itici bir kuvvettir. Halbuki benim gibi sıradan bir adam uğraştığı soruyu bir yerde patlatsa hemen telaşlanır, moralini bozar, yapamayacağım olmayacak der ve o kadar zamanı israf edip başka sorulara geçer. Aman aman yapılmaması gereken de budur işte. İnsanın nerede bırakacağını bileceği kadar nerede bırakmayacağını da bilmesi lazımdır. Murat da bunları söylemekte zaten: “ Ben her soruya bakarım bir bölümdeki. Bir bakma süresi vardır. Eğer ki bir 30 saniye içerisinde soru benimle konuşmaya başlamazsa doğrudan geçerim. Çünkü sorular zorluklarına göre puanladırılmış olsa da bazı sorulara karşı olan yatkınlık ne kadar zor olursa olsun soru, size 30 saniye içerisinde bir şeyler fısıldamasına imkan tanıyabilir. Bu yüzden belirli bir saniyede ya da dakikada soruları taramak mühimdir. Bir de bırakma ve bırakmama noktaları vardır; ki benim kendi biyolojik saatime göre uyarladığım zamanlarım vardır buna mukabil. Belli bir miktar yarışma tecrübesinden sonra bunlar oturmaktadır; şu anda bende de oturmuş vaziyettedir. Bir soruya başladım, görmem gerekenleri gördüm. Belirli bir süre sonra soru ilerlemiyor artık. Bakıyorum, bir yerler bulmaya çalışıyorum, hatta deniyorum. Öyle bir an gelir ki ya devam edeceksin soruya ya da bırakacaksın soruyu. Eğer devam edersen, o soruyu çözmek zorundasın, yoksa kaybedilen zaman hiçbir şeye yaramayacak. Eğer bırakırsan asgari bir kayıp olacak. Bu noktayı belirlemek ve uygulamak çok önemlidir. Misalen bu yarışmanın ilk bölümündeki topoloji sorusunda başıma gelen bu oldu. Başka hiç kimse yapmaz o kadar kısa zaman(bölümün toplam süresi 30 dakika idi) içerisinde 32 tane rakam yerleştirmeyi. Akılsızca, ben ona harcayacağım sürede hayli fazla sayıda küçük soru çözebilirdim. Ama soruyu bırakma noktasını geçmiştim ve çözmek zorundaydım. Ve çözdüm de.

Bu tür insanların bir diğer avantajları kendilerine has bir çözüm dili, işaretleme dili geliştirmiş olmalarıdır. Denemelerini farklı şekillerde yaparlar. Ya farklı bir işaretleme yoluna giderler ya da farklı kalınlıkta, renkte kalem kullanırlar. Bu bir bulmaca çözme ahlakıdır aslında. Belirli bir yarışma tecrübesinden sonra oturmuş, kemikleşmiş bir yapıdır. Çok faydaları vardır: Öndeki soruyu daha rahat görebilme, patlayıp patlamadığını daha rahat analiz edebilme, temizlikten kaynaklanan ferahlık, soruya anında müdahale edebilme kabiliyetini sağlaması, anne babanızın sizinle gurur duyması vb Ama sanırım bu sonuncu biraz gereksiz oldu, ya da yersiz. Peh

Bu tür insanların bir diğer artısı probleme yaklaşım tarzlarıdır. Ellerindeki problemi benimserler, ilkokulda bize kaktırılmaya çalışılan şekilde “verilenler” “istenenler” olarak kafalarında bir şema meydana getirirler. Verilenlerden istenenleri nasıl elde edeceklerini düşünürler. Çözüme ulaşmak için en kısa patikayı etüt eder, sonra da arkeologlar gibi toprak altında kalmış bu yapıyı meydana çıkarırlar.

Murat ve türevlerinde çok da nadir olarak rastlanan, Allah vergisi(hepsi de Allah vergisi ama bu biraz farklı) yetenek, onları üst sıralara mıhlayan, onları büyük bir çözücü yapan unsur hissiyat yani sizin deyiminizle sezgidir. Sezgileri avını bekleyen kaplanınkiler kadar ya da gece avlanmaya çıkmış baykuşun radar sistemi kadar hassastır. Bu onlara çok büyük bir avantaj sağlamaktadır. Kısa yollara girmelerine yardımcı olmaktadır. Ama bu haslet her çözücüde maalesef bulunmamaktadır. Dediğim gibi yetenektir. Murat’ta bu yeteneğin bolca bulunduğunu yıllardır gözlemlediğimiz kadarıyla öğrenmiş bulunmaktayız. Çünkü problem çözme işi ‘analitik düşünme beceresi’ olduğu kadar da ilham işidir. Matematikçi olabilirsiniz, hatta kafanız da zehir gibi çalışabilir; ama eğer ilham denen şu şey yoksa büyük bir matematikçi olamazsınız. Yeni yollar ya da ona benzer şeyler bulabilirsiniz; piyasadaki matematiksel şeylere tümüyle hakim olabilirsiniz; ama bu türler için denebilecek tek şey ayaklı kütüphane olduklarıdır, başka bir şey değil. Oysa Murat’taki gibi ilhama sahip olanlar olmadık yerlerden olmadık şeyler çıkarabilirler. Bir de bu ilhamla zeka, akıl vb özelliklerle de birleşmişse aman aman dadından yinmez. Tabii bir de şunu eklemek lazım: çalışmak

Çalışma olmadan olmaz, ne olursanız olun çalışmak zorundasınız, bu adamlarda olan olması gereken özelliklerden biri de çalışma disiplinleridir.

Bir kitapta geçiyordu, hoşuma gitmiş ki bir taraflarda kalmış. İlham öyle bir şeydir ki diyordu, kimi tatlı kaşığıyla nasiplenir, kimi kepçeyle, kimi de çatalla ucundan kıyısından tutmaya kalkar. Bu tabiri her türlü sanat vb şey için de kullanabilirsiniz. İşte pamuk o bu yüzden büyük bir yazar değildir. Nedenleri açıklamaya gerek yok. İyi getirdim değil mi sözü buraya, aferin bana.

O halde ne diyoruz ez cümle kabilinde, Murat gibilerinin nesli tükenmesin, arttırılsın, hatta Murat kardeşimin adına facebook ta fan klubü kurulsun, oturduğu semtteki belediye başkanından da rica ediyoruz, bu değerli kardeşimizin ismi bir sokağa ya da caddeye verilsin. Son derece ciddiyim. Memleketimizdeki bu değerlerin artması adına…

Diyeceğim budur Sayın Seyirciler. Kaldığımız yere geri dönüp bir an önce bitirmekten başka bir emelim yoktur. Bitsin de kurtulayım. Çok bir şey kalmadı zaten. Başta yazmaya niyetlendiğim çoğu şeyi çok fazla yazdığım için yazmaktan vazgeçtim. Belki çok kısa olarak küçük temaslarda bulunabilirim, o kadardır.

***

Yarışmanın 2. gününün sonunda toplanıldı. Bir yerlere yemek yenmeye gidilecekti. Gidildi.

Gece vakti, Minsk’te bir yer…

Tüm kontroller bitmiş bireysel sıralamaların Vada tarafından girilmesini bekliyorduk. Rus biraderlerle birlikte Ferhat ben vardık. Herkes yorulmuştu; ama nihayetinde de tekil bölümlerden oluşan yarışma bitmiş, artık iş sadece yarın yapılacak sıralama turlarına kalmıştı. Murat’ın yarışma serüveni çok iyi geçmişti. Hatta son bölüme kadar(kartlar bölümü, batak oynamayı bilmiyormuş) o kadar iyiydi ki yarışmayı birinci olarak biterebilme ihtimali de yok değildi. Ama kartlar bölümü pek verimli geçmediğinden burada kaybettiği puanlardan ötürü nerede kalacağını merak ediyorduk. Salih’in ilk 17’e girme şansı kalmamıştı. Gülçe ve Barış kötü bir yarışma geçirmişlerdi, bir türlü raylı sisteme oturtamamışlardı. O yüzden Murat’ın sırasını heyecanla bekliyorduk. Kontrol ettiğimiz son bölümler de Vada tarafından sisteme girildi, sonra bir iki hareket yaptı ve nihai sıralama ortaya çıktı. Ulrich 1, Murat 2… Orada pek bir sevinmişiz efendim, öyle böyle değil. Bir iki kopyasını aldık, yemek yenen yerin bulunduğu kata çıktık; ki gece vakti sonuçları göremeyenler sabah vakti kahvaltıya kalktıklarında görebilsinler diye. Sonuçta bir itiraz etme süresi vardı, bu süre içerisinde size ters gelen yerlere itiraz ediyordunuz ve haklıysanız hak ettiğiniz puanları alıyordunuz. Yemekhane girişindeki kadın sonuçları cama asmamızda sorun çıkarttı bize. Yapıştırmayın orada iz kalıyor demek istedi. Bize yapıştırabileceğimiz başka bir yer gösterdi, oraya yapıştırdık ve aşağıya indik. Sonrasında lobide bulunanlar sonuçlara bakmak için toplaştı. Artık işlem tamamdı. Murat kardeşimizi tebrik ettik, sonra odalarına gittik, muhabbet ettik vb.

Ertesi sabah uyandığımızda büyük gündü. Bu büyük gün içinde belki Türkiye takımının bir üyesi dünya şampiyonu olacaktı. Kahvaltı yapıldı yine kötüydü, sonrasında Murat, Kamer’den aldığı Türk Milli Takımı formasını giydi ve yarışmanın son kısmının yapılacağı kısma akıldı. Vada, finalistlere bilgilendirici bir şeyler söyledi; ki bunlar yarışmanın nasıl yapılacağını gösteriyordu. Bir de dün gece yapılan sıralamada eski dünya şampiyonlarından Hollandalı Nielst birader 17. sıradayken sonradan ilk 17 dışında kalmıştı. Ulan dedim herhalde benim yaptığım kontrollerden biri patladı. Öyle değilmiş, Japonlardan Kato’nun oğlu Yuhei itiraz etmiş son bölümle alakalı itirazı kabul edilmiş ve ilk 17 içinde yer bulmuş kendine. Sağlık olsun dedik ve izleyenler arasında yerimizi aldık. Beş tane masa vardı, her masada bir hakem vardı. Olay şu şekilde gerçekleşecekti: Her etapta beş finalist kapışacak en iyi iki çıkacaktı bir üst tura. Sonrasında diğer turdaki rakipleriyle kapışacaklar ve bu ilk 3 e kadar sürecekti. Sonrasında da ilk 3 ile birlikte beşli grup olup kapışacaklardı. Olay kaba hatlarıyla bu şekildeydi.

Masaların dizimi w(wpc nin wsi) şeklindeydi. Ferhat’ın hakem olduğu masa soldan yere değen ilk kıvrımın olduğu yerdi, Riad’ın olduğu masa sağdan yukardaki en son nokta. Aşağıda resimli bir anlatımı verilmiştir. Ferhat(F), Riad(R)

oturma düzeni

Yarışmanın bu şekli Ferhat’ın takım seçmelerinde kullandığı şekildir. Şöyle ki: İlk turda 17.,16.,15.,14.,13. kapışacaklardı. 3 soru ile olacaktı bu. Bu 3 soruyu seçecek olan 13,14 ve 15. sıradaki vatandaşlardı.

Kapışacak adamlar şunlardı:

17- Yuhei Kusui-Japonya

16- Zack Butler-Amerika

15- Rick Uppelschoten-Hollanda

14- Zoltan Horvath-Macaristan

13- Yuka Sugimura-Japonya

Ferhat’ın masasında oturan şahıs Zoltan’dı. Etap başladı, 3 soru ve sanırım 15 dakika süre vardı; ama süreden tam emin değilim. 13. sıradaki Japon kız çocuğu ilk sorusunu teslim etti. Sonrasında Zoltan teslim etti. Teslim ettikleri yer hemen yanlarında oturan hakemdi. Hakem şunu yapıyordu: Soruyu alıyor, elindeki cevap kağıdıyla örtüşmesine bakıyor, doğruysa eğer bir dakika sonra hemen önünde yan yana duran 3 tane diamond’ın(evet takım bölümünde yapılması istenen diamond şekilleri) ilkini havaya kaldırıyor ve yere bırakıyordu. Biz anlıyorduk ki bunun ilk sorusu tamam. Sorulara istediğinizden başlayabiliyordunuz. Japon kız öndeydi; ama sanırım bir soruda takıldı. Horvath arkadan geldi ve ilk teslim eden oldu. Ferhat elini tur bitene kadar havada tutacaktı. Artık bir tane ikinci lazımdı bize. Trajik bir hadise yaşandı. İkinci teslim eden Japon kızıydı, hemen ardından Amerikalı verdi ve onun ardından Hollandalı. Eğer kızınki doğruysa etap bitecek ve Zoltan’la birlikte çıkacaklardı. Ama kızınki patladı, sorusu teslim edildiğinde Amerikalının hakemi son diamond’ı kaldırdı ve tur bitti. Zoltan ile birlikte Butler bir üst tura çıktılar. Küçük bir aradan sonra yeni yarışmacılar tekrar yerlerini aldılar. Bu seferki isimler şunlardan oluşmaktaydı:

Zack Butler

Zoltan Horvath

12- Wei-Hwa Huang – Amerika

11- Jean- Christophe Novelli – Fransız

10- Aline Koch – Bir diğer Fransız

10,11,12 tarafından sorular seçildi. Süre işletilmeye başladığında Ferhat m… Fransızın hakemiydi. Bu tur da çekişmeli geçti ve m… Fransız ilk teslim ya da ikinci teslim eden oldu. Sanırım ilk teslim eden Amerikalı eski şampiyonlardan Huang’tı, sonrasında da m… Fransız verdi. Ben izlemiştim adamı 2 günlük yarışma boyunca, orada izleyenler ilk defa görüyorlardı d… herifi ve yaptığı hareketlere güldüler. Böylece Ferhat’ın masasına gelen bir diğer adam da tur atlıyor, ilk turdan gelen iki adam elenip gidiyordu. Yine küçük bir ara, üst sıradakilerin soru seçimleri ve yarışma başlaması. Bu seferki isimler şunlardı:

Jean- Christophe Novelli

Wei-Hwa Huang

9- Thomas Snyder- Amerika

8- Stefan Gaspar- Slovakya

7- Pal Madarassy- Macaristan

Geçen senenin dünya şampiyonu Pal hiçbir varlık gösteremedi bu turda. Oysa Thomas, 3 soruyu beş dakika gibi inanılmaz bir sürede bitirerek bir üst tura çıktı. Diğerinin kim olacağını bekliyorduk ve biz Stefan denen elemanı tutuyorduk. Dahası Stefan, Ferhat’ın masasındaydı, yani bir üst tura kalması o kadar yakındı. Öyle olmadı ama, sanırım Huang öndeydi ve fakat Stefan bir atak yaptı, Huang’ın sorusu patlamış olabilir ve Stefan bir üst turdaydı. Bu adamın bir üst tura çıkmasına Murat’ınki kadar sevinmesek de epey sevindik.

Sıra en son finalden önceki sıralamadaydı. Oluşan isimler şunlardı:

Stefan Gaspar

Thomas Snyder

6- Michael Ley- Almanya

5- Hideaki Jo- Japonya

4- Peter Hudak- Slovakya

Bu turdan Michael’in çıkması bizi sevindirirdi. Soru seçimi esnasında Michael Kakuro sorusunu seçti ve o sırada Japonlar hafiften gülümsediler. Çünkü Japon bir adama karşı bir Japon sorusu seçiyorsun. Zaten Hideaki yarışma esnasında Kakuro’yu hemencecik yaptı verdi. Michael de verdi, diğerleri de, sadece Thomas dışında. Bu turda sadece Peter 3 soruyu da bitirdi ve tabii sizin de tahmin ettiğiniz gibi Ferhat’ın masasındaydı bu adam da. İlginç bir istatistiktir: Ferhat’ın masasına her gelen bir üst tura çıktı, yine ilginç bir istatistiktir Riad’ın masasına gelen her Amerikalı patladı ve dahası bir alt turdan gelenlerden hiçbir tanesi bir sonraki tura atamadı kendini. Peter’den sonra da bir üst tura kalan başka 3. sorusunu yapan çıkmayınca nihai sıralamada üst sırada olan Hideaki oldu. Ve artık son finale kadar gelinmişti.

final

Ferhat’ın masasına Murat geldiği için Ferhat’ın yerine bir Bulgar eleman hakem olarak atandı. Bu ana kadar her etapta 3 soru seçilmiş, şimdi de geriye beş tane soru kalmıştı. Sıralamadaki puanlara göre dakikalar verildi 30 dakikanın üstüne ek olarak. Ulrich’in Murat ile arasındaki puan farkı 200 puan kadar olduğu için yaklaşık 5 dakika öncesinde başlayacaktı bölüme. Akabinden Murat diğer kalan 3 kişiden 36 saniye önce başlayacaktı. Oturum şekli şu formdaydı:

Final Oturma Düzeni

joker                                                   SMURHP

 

Ulrich Voigt(1)-Almanya

Mehmet Murat Sevim(2)-Türkiye

Roger Barkan(3)-Amerika

Peter Hudak

Hideaki Jo

Ulrich başladı çözmeye. Murat başlayana kadar temiz 2 soruyu haklamıştı, Murat başladı, akabinde diğerleri. Aslında pek parlak gitmiyordu. Japon önde gibiydi, sonrasında Amerikalı da öyle. Ama sonra Murat çat çat teslim etmeye başladı. Soruları nasıl yaptığını anlattı. Hissiyat hadisesini ne kadar yoğun yaşadığını ve iyi neticeyle sonuçlandığını. Bir ara Ulrich sürekli silmeye başlayınca Murat’ın ona yetişebileceğini düşündük. Ama aradaki beş dakikalık farkı çok iyi kullanmıştı Alman. Teslim ettiği hiçbir soruda patlamadı. Patlasa belki işlerin rengi daha değişik olabilirdi. Bitime 16 dakika kala sonuncuyu da teslim etti, onun da doğru olduğu belli olunca birinci belli olmuştu artık. Sonrasında Murat’ın sahne alma zamanıydı. Belki ona yetişebilecek tek kişi Amerikalı Roger’dı. Murat son sorusuna başladı, oklar sorusu idi bu. Bir deneme yaptığını söylüyor, başka oluru da yoktu diyor. Sonrasında hepsi patladı tabii, biz de heyecanlandık. Ama kendinden o kadar emindi ki, sanki orada yarışan o değildi, sanki adam az sonra Dünya 2.si olmayacaktı. Sildi ve tekrar başladı yapmaya. Hemen önünde Japon takımından elemanlar vardı ve izliyorlardı onu. Çok seriydi Murat kardeşimiz, çat pat küt yerleştiriyordu. Bitti ve teslim etti. Açıkcası o bizim kadar heyecanlı değildi. Bekledik, baya uzun sürdü bekleme hadisesi. Ya da bize öyle geldi. Ve doğru olup el yukarıdaydı. Dünya 2.si de belli olmuştu. Ben orada bir miktar fazla ses çıkartınca salondan atıldım. Tabii atmadılar, istenmediğim yerde durmam deyip ayrıldım. Bu kadar heyecan yaşlı bedenim için iyi değildi tabii. Diğerlerinin de en az benim kadar sevindiklerini biliyorum; ama pek kimseyi görmedim bu kadar heyecandan. Sonrasında yarışma bitmiş Roger’ın da teslim etmesiyle son sorusunu. Murat bitirdiğinde 10 dakikası kalmıştı geriye. Yani Ulrich’in o büyük süre avantajı olmasa aralarında sadece 1-1.30 dakika kadar fark vardı. Bu da Murat’ın ne kadar kaliteli bir kumaşa sahip olduğunu bize göstermektedir.

Akabinde tebrikler vb hadiseler yaşandı. Akşam için ödül töreni olacaktı. İnsanlar streslerini atmaları için önceden ayarlanmış futbol maçına yönlendirildiler. Burada seçim yapmak zorunda kaldı küçük bedenim ya yemek ya da futbol. Hocam Volkan futbolu seçti, bense yemek yemeyi. Utanılacak bir durum. Tüh diyorum, Hocamla birlikte top koşturacak, Türkiye’nin gücünü yeşil sahalarda da ispatlayacaktık. Ama Hocam tek başına yapacağını da yapmış zaten.

Ödül töreninden Pal amcayla ve Riad kardeşimizle yapılan sohbetlerden, Murat kardeşimin ikinciliğinin insanlar üzerinde uyandırdığı derin etkiden vb lerinden bahsetmiyorum. Burada yazıma son noktayı koyuyorum. Unuttuğum birçok şey olmuştur tabii. Bazı şeylerin üzerinde fazlaca durmuş, anlatılması gereken ana büyüklükleri bu yüzden es geçmiş de olabilirim. Bu yüzden özür dilerim herkesten. Eğer ki yazdıklarımla şampiyona atmosferini bir nebze de olsa yaşatabildiysem, birazcık tebessüm oluşturabildiysem suratlarda ne mutlu bana.

Mehmet Murat kardeşimizin 2.liğinin sonraki senelerde 1.likle süslenmesi, hatta onun gibi nice canavarın bu sahalarda top koşturması, bir Türkiye hegemonyasının oluşmasıdır temenni ettiğimiz.

Bildiren bendeniz

Serkan Yürekli- Denetçi, aktarıcı(aktar)

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci WPC ve TBT Bölüm 5

Bölüm 4 için TIKLAYIN

Dünya Şampiyonalarını kendim düzenliyor gibi anlattım. Bunu anlatırken bilerek ya da bilmeyerek sudoku lafı çıktığı anda yerinden zıpladı ve işte aradığım insan dedi. Anlamadım dedim. Sevecen hali pek sıcaktı:

– Ahhahaaa… İnanır mısınız, inanmasanız da olur, fark etmez. Ben sudokuyu çok severim; ama bu kadar sevmeme rağmen iyi değilim. Aynı Sonya ile aramızdaki ilişki gibi. Ama size ne Sonya’dan. Sudokuyu anlamak bilmek istiyorum; ama sanırım kabiliyetim yok. Fakat sizin gibi biri bana bir şeyler anlatabilir.

İşte fırsat. Ama hemen atlamamak lazım. Dikkatli olmak lazım böyle bir adamın karşısında. Hem eğer iyi bir yol takip edersem Sonya’nın kim olduğunu da öğrenebilir, buradan daha koyu bir sohbete yelken açabilirim.

Ben odaya girdiğimde bir sudoku dergisiyle uğraşıyormuş. Yere fırlattığı da oymuş. Dergiyi yerden aldık, ve anlatmaya başladım. Bildiğim ne varsa gösterdim. Bir arada kapıdaki askeri çağırdı. Bana ne içersin diye sordu, kahve dedim. Gülümsedi, “Oysa ben Türklerin çay içtiğini sanırdım.” Askere kendisi için ballı bir çay, benim için de kahve getirmesini emretti. Asker topukladı biz de kaldığımız yerden devam ettik. Gece olmuştu neredeyse. Ama alışamadığım için de bu memlekete. Halbuki saat 9 civarındaymış, gitmesi gerektiğini söylediğinde saatini gösterdi. Sonya bekler dedi, yine bir fırsattı karısının mı bekleyeceğini sordum kibarca. Yine kahkahalar koparttı. Çok neşeli bir adam. Yok hayır dedi. Kedisiymiş Sonya. Bu sefer ben de güldüm. Bu gece burada kalmam gerektiğini söyledi. Beni yatak olan bir odaya geçireceklermiş. Yarın görüşeceğiz dedi ve askeri çağırdı. İyi akşamlar yoldaş deyip çıktı. O gece güzelce uyudum. Halbuki beni tıktıkları yerin ilk odadan farkı sadece yatak olmasıydı. Ama nedense artık burada kalmayacağımı hissediyordum. Ertesi sabah komutanla kahvaltı ettik. Birkaç telefon görüşmesi yapmış, yanlış anlaşılma olduğunu anlatmış. Öğlene kadar serbest kalacağımı söyledi. Adama sarılacaktım az daha. Çok teşekkür ettim. Bu arada bahçe demiştim anlatmaya başlarken. Kahvaltıyı orada yaptık. Adını da orada öğrendim.”

Mihailovic… Biliyorum epey uzun oldu yazdıklarım. Ama benim bir günahım yok, gözlemci olarak nesnel bir biçimde gördüklerimi, dinlediklerimi anlatmak, şampiyonanın nasıl geçtiğini bildirmek görevim. Bu yüzden yazdıklarım uzadıkça uzamakta. Okumak zorunda değilsiniz, hiç kimse okumak zorunda değil. Aaahhh bırakın beni yalnızlığıma harfler tepeme göçsün. Biraz sulandırdım olayı, anlatmaya devam edeyim. Bu arada düşünüp karar verdik bilgisayar ekranında okumayın bunları gözlerinizin selameti için, gidin çıkartın bastırın öyle okuyun. Hatta içine gizlenmiş şifreyi bulun diyeceğim; ama mümkün değil tabii bunu bulabilmeniz bu kadar kelime, harf varken ortada. Neyse, nerede kalmıştık.

Tunay, Mihail ve sudoku sayesinde çıktı geldi. Zaten bir öncesinde elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Şimdi anlatacaklarım da sonraki günlerle alakalıdır, zaten beklenen de bu olmalıdır. Ama durun bir şeyler daha söyleyeyim. Benim boş beleş bir şahıs olduğum düşünülmemelidir. Tabii insanlara garip gelecektir, sayfalar dolusu yazı yazmak amelelik değil midir, ne faydası vardır vs. Efendim, faydadan ziyade sizin teveccühlerinizi kazanmak amaç. Tabii ki böyle bir şey yok. Kendimi yazarak tatmin ediyorum desem, yok deli ediyor yazı yazmak beni. Ama okuduğum şeyi yapmayı pek düşünmediğim için ileride belki kitap falan yazarım köşeyi dönerim diye düşünmekteyim; bu yüzden bu yazdıklarımı bir nevi pratik yapmak olarak görmekteyim. Diyeceksiniz tabii haklı olarak, biraderimiz şimdiye kadar köşeyi dönen yazar gördün mü diye. Hemen göstereyim efendim, pamuk o. Evet bu adam o kadar kötü yazmasına rağmen tonla ödül almıştır, almaktadır, nobeli arka cebine sokmuş, ödül parasını da babasından boşalttığı bavulun içine doldurmuştur. Farkındayım biraz edebiyat eleştirisi olarak, hem de esere değil onu yazana doğrudan bir saldırı var. Ama Hak var hukuk var, göz var endaze var, nizam var, vicdan var, varoğluvar, Mahmut abimizin dediği gibi ne duruyorsun helva yapsana. Bavul diyecektim, sizce neden babamın bavulu adlı bir konuşma yapmıştır şahıs? Aman anlayamadıysanız ne ala! Yapmayın efendim, adamın ne demek istediğini anlayıverin, demek istiyor ki: Bu ödül parası içindir, gelirken de boş getirmek istemedim, babamın yazdığı birkaç bir şey de getirdim. Budur efendim başka bir şey değil. Böyle kötü yazan bir şahıs bu kadar kitap satıp (başka neler satıyor bilmiyorum) bu kadar ödüle doymuyorsa, paraya para demiyorsa ve bunu sanat için yapıyorsa, ben neden yapmayayım; ki ondan daha az kötü yazmaktayım. Kendine gel o nobelli bir yazar, sen kimsin de onunla kendini karşılaştırıyorsun diyenlere bir çift sözüm vardır elbet: Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış. Sevgili anneannemin de dediği gibi Zengin malını dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırırmış. Biz de şaşıranlardanız, Allah ıslah etsin. Amin.

O akşam çok güzel bir yemek yedik. Ortam da güzeldi hayli. Biraz loştu; ama loş ışıkta tavuk yemek başka oluyor. Ne demek istediğimi anlatacak değilim, varın siz düşünün. Akabinde otele dönüldü. Yemek yediğimiz yer otele yürüme mesafesi ile en fazla 30 dakika civarındaydı. Kamer, Ferhat’a yardımcı olabilmek için hızlı gitmek adına taksiyle gitti. Biz de kendi içinde küçük gruplara bölünüp arka arkaya ya da bazı anlarda yan yana dizilerek yürüdük. Gülçe öğrendiği Kiril Alfabesi uygulamasını etrafta gördüğü levhalar üzerinde tatbik etti. Ben de güzel sallamalar yaptım. Tabii bu tatbik oradan her geçişimizde vuku buldu; ki geçiş sayısı 10 kadardır. Demek ki bir Minsklinin okumadığı kadar tabela okundu o cadde üzerinde. Otele vardığımızda ben de Ferhat ve ekibine yardımcı olmak için 1907 nolu odaya çıktım.

Bir grup insan biraz da yorulmuşlar, soru kontrollerini yapıyorlardı. Ne yapacağımı Ferhat bana anlattıktan sonra ben de başladım kontrollere. Arada çay kahve getiriyorlardı, sonrasında Ferhat’la sigara molası filan veriyorduk. Ferhat evvelki gece hiç uyumadığı için 12 gibi istirahata çekildi. Ben Rus biraderimle birlikte devam ettim, tabii Kamer de vardı. Sonrasında Kamer de bir müddet hava alıp sonrasında geri gelmek için çıktı. Artık gözlerimin çölmeğinin çıktığı saat 3 sularına kadar kontrol yaptıktan sonra müsaade istedim ve uzaklaştım arkama bile bakmadan. Rus biraderler o kadar çene yapmalarına rağmen sabaha kadar ilk günün tüm bölümlerini kontrol etmişler. Aferin onlara.

İkinci gün de ilk günkü gibi kötü bir kahvaltıyla başladı. Kaptanımız Volkan Hocam disiplini çok sevdiği için saat 8 de kalkıyor erkenden kahvaltısını yapıyor ve keşif gezilerine çıkıyordu. Tabii biz onun temposuna ayak uyduramadığımız için 9:30 ile 10:00 arasında 22. kattaki kahvaltı salonuna çıkabiliyorduk. Kahvaltıda o günkü bölümler hakkında konuşuldu, puan durumunun açıklanmasıyla birlikte elemelere kalacak Türk sayısını arttırmak için neler yapılması gerektiği hakkında fikirler ortaya atıldı. Sizin de bildiğiniz gibi Barış, Gülçe ve Salih için yarışma çok iyi geçmedi. Orada birebir şahit olduğum için söylüyorum. İsimlerini zikrettiğim bu güzide insanlar kah kendilerini verememek olsun, kah aşırı yüklenmeden ve kaygıdan olsun, kendilerinden bekledikleri seviyede iyi işler çıkartamadılar. Özellikle Barış bir ara kendi yaptığı hatalara anlam veremediğini, nasıl olup da bu şekilde şeyler yaptığını anlamadığını söyledi. Ben anlıyorum, sen gönlünü ferah tut Barışım dedikten sonra yarışma salonuna geçildi.

Günün ilk bölümü “Sprint” isimli bölümdü. Bu isim nedense hep bana sonbaharı çağrıştırmakta. Hız testiydi bizim bildiğimiz şekilde. 17 tane sorudan(neden 17 oluyor hep diye aklınıza takıldıysa 17. Şampiyona olmasından ötürü) müteşekkil bir bölüm olup toplam bölüm puanı 120 idi ve 30 dakikaydı. Bu bölümde tam yapan çıkmadı ama elimdeki listeye göre 3 adam Murat, Hideaki, Thomas 1 eksikle 16 soruyu haklamayı başardılar. Tebrik ediyoruz onları. Bu arada unutulmamalıdır ki Murat çoğu bölümde ilk 3 arasında(bölüm sıralaması) yer almıştır. Birinci olduğu bölümler de vardı elbette. Bu bölümden sonraki bölüm 2 saat sürecek olan “Assorted” bölümüydü. Sanırım, yine reklam olacak ama Kent şekerlerinin ortaya karışık usulünce yaptığı aynı isimde bir paket dolusu şekeri var. Şeker kısmına sonra değineceğiz, yerimiz kalırsa. Güldüm lan burada. Lan dedim kusura bakmayın. Ne demek yerimiz kalırsa, utanmaz adam yer mi kaldı, ne kadar yazdın lan, yazma lan artık, işin gücün yok mu senin, var ama şunu bir yazayım. İzninizle.

Bu bölüm başladığında ilk bölümün kontrolleri için yukarıya çıktık. Zaten bu bölümden sonra aşağıya bir defa indim; Ferhat geceye kadar yukarıda 1907 nolu odada kaldı kontroller için. Neden aşağıya indiğimi de anlatacağım. Hatta oraya bile geldik. Saat 16:00 sularına kadar yukardaydık. Bir ara öğle yemeği yemek için takımla birlikte 22. kata çıktık. Assorted bölümünde yaptıklarından ve ardından gelen takım bölümü olan “Manipulative” de çıkan şekli anlattılar. Tamam heyecanlanmayın hepsini anlatacağım. Murat’ın Assorted bölümü baya iyi geçmişti, yanlış hatırlamıyorsam 400 üzerinden 240lı bir şey alacağını söyledi. Ya da ellili emin değilim. Gülçe de 200 civarında alacağım dedi, Salih 270 civarında dedi yine yanlış hatırlamıyorsam, Barış da 190 dedi.

takım1

Sonrasında takım bölümünde yani manipulative de sorulacak soru, verilen 30 parçayı kullanarak 6 parçadan oluşan 5 tane diamond meydana getirmekti. Şekil yarışmanın soru cevap kısmında Vada tarafından yarışmacılara takdim edilmişti. Hatta kameraya bile çektiler, Ferhat böyle bir uygulamayı esefle karşıladığını belirtti Kaptanımızla sohbet ederken, ben de teknikdirektör olarak aralarında konuştuklarını yazıya geçiriyordum. Her neyse şekil önemli değildi, mühim olan o şekil içten içte nasıl parçalara bölünmüştü ve sonrasında yarışma esnasında o parçaları o şekle kavuşturmak için nasıl ikna etmek gerektiğiydi. Ben şekli Gülçe anlatana kadar bilmiyordum. Akabinde iniş günü, yerleşik hayata geçmek için otele yollanırken ve şehir içinden geçerken küp benzeri bir yapı görmüştük. Ne olduğuna anlam verememiştik, ama pek estetik bir şey değildi. Hatta çok da gereksiz, kasış bir yapı gibi gelmişti bana. Bir yerden daha geçerken oranın da resminin olduğu afişleri gördük. Buradan herhalde önemli bir bina olsa gerek diye düşündük. Kalkış günü dolmuşta giderken Tunay söyledi, bu yapı bir zamanlar dünyanın en büyük kütüphanesiyken sonradan avrupanın en büyüğü olmuş. İşte adamlar da bu bölümde bu yapının şeklini sormuşlardı. Gülçe’nin dediğine göre Çek insanları 10 dakika gibi uçuk bir sürede yapmışlar beş parçayı da. Bunun nedenini Ferhat’la terasımızda konuşurken, adamların mekanik oyun sanatlarına aşina olduklarını, bu yüzden altından kalktıklarını iliştirdi. Düşününce mekanik oyuncak satan tükkanları Prag’taki, varmış demek ki adamların bir bildikleri dedik. Bizimkiler öncesinden hesap kitap yapma için hazırlanmışlardı bu bölüm için, hatta kamp sırasında Gülçe gönye çizmiş onu bastırmışlardı. Anlatması meşakkatli, ama gayet mantıklı geldiğini söylemek isterim anlattıklarında. Fakat uygulama planında pek kullanışlı olmamış, onlar da terk etmişler ve kendi deyimleriyle yardırmışlar; ve 3 tanesini vücuda getirmişler. Yemek bu şekilde geçti. Biz Ferhat’la kontrollerimize geri dönerken, onlar da yarışma salonuna dönüyorlardı. Kaptan Volkan Hocamız gerekli taktikleri ve nerede ne yapmaları gerektiğini zaten çoktan anlatmıştı. Bunu söylemeyi unuttum, Hocamdan özür diliyorum. Hocam her akşam takım üyeleri istirahata çekilmeden önce bana bir kağıt veriyordu. Ne yapılması gerektiğine dair. Şimdi içeriğinden bahsedemeyeceğim, ama mühim şeylerdi.

takım2

Bir sonraki bölüm de takım bölümüydü. Arkadaşların fotoğrafları nasıl cizdiğine(cizmek, bizim oralarda biberi ipe cizersin sonra da kurumak için asarsın, yani dizmek) tanık olamadım. Fotoğrafların içeriği de ayrı bir bahis konusu zaten. Bu takım bölümünün ismi “Chrono” idi. İki soru tipinden müteşekkildi. Bir tanesi “chain” ismindeki soruydu. Bu soruda size birbirlerine bağlı karelerden oluşan kareler veriliyordu, karelerin her iki tarafında da şekiller ya da kelimeler vardı; siz bunu doğru sırayla elde verilen diyagrama oturtmaya gayret ediyordunuz. Eğer ki ipucu alırsanız sorunun puanı 200 puandan 75 puana iniyor, diğer soruyu erkenden çözseniz bile zaman bonusu alamıyordunuz, bizimkilerin başına gelen de bu olmuş. Kaptanımız kamp esnasında yaptığı diamond şekillerini ve zinciri de getirmişti. Evde bunları yapmak için uğraş vermiş. Tek ki takım iyi bir derece alsın diye. Üyeler onlar üzerinde pratik yapmışlardı; ama o zaman diamond sorusu düzlemsel bir şekil olarak bekleniyordu; gönye de bu yüzdendi zaten. Ama hacimli tahtadan yapılmış bir diamond çıktı karşılarına. Emin değilim ama Dünya İkincimiz Murat Beyaz’ın programına konuk olacakmış bu hafta içinde, orada sergilenecekmiş bu diamond şekli filan. Orada görebilirsiniz. Aklıma gelmişken bir şey hatırlatmakta fayda var. Dünkü bir gazetenin Pazar Eki’nde Muratla ve takımla ilgili bir haber yapıldı. Hatırlarsanız size anlattığım takım bölümlerinden birinde, şu 6 tip sorudan oluşan Japonların tek soruya 15 dakika kafa patlattıkları. İşte bu anı anlatan(ama bölümün hemen başında çekilmiş) bir fotoğraf da vardı. Olayı canlandırmanız için faydalı olacaktır. Nerede kalmıştım, zincir sorusu. Bizimkiler ipucu almışlar. Ama dediklerine göre çok gereksiz bir ipucuymuş. Çünkü verilen ipucunda zincirdeki karelerden birinde “Minsk” yazan kısım diyagramın tam ortasına geliyormuş. Bunu biz de akıl ederik dediler, keşke almasaydık ipucunu. Diğer soru 25 tane fotoğrafı sıralamaktı. Bu nasıl yapılacaktı, her fotoğraf aynı olayın bir anını anlatmaktaydı. Olayın başını anlatan fotoğraftan sonunu anlatana kadar doğru bir şekilde sıralayacaktınız.

Şiddet dolu resimlerdi. Ben bunu anlayamadım, neden bir insan zeka oyunları yarışmasında sorulacak bu tür bir soruda içerik olarak şiddeti seçer. Sanırım mesaj vermek istiyorlardı. Vada’nın çelimsiz bir görüntüsü, sessiz bir duruşu olmasına rağmen demek ki adamın içinde bir canavar varmış. Hakikaten ben fotoğrafları gördükten sonra irkildim. Ama madem ki nesnel ve gerçekçi olmaya özen gösteriyoruz, o halde anlatmak zorundayız fotoğrafları. Dediğim gibi 25 tane fotoğraf vardı, her fotoğrafın sol alt kısmında bir harf vardı, cevabın girilmesi için gerekliydi bu harfler. Ama yok hayır, yapamam, içim kaldırmıyor anlatmaya fotoğrafları. Belki şunları söyleyebilirim. Gülçe o gün bu bölümden önce, odasındaki pencereden otel manzarasını fotoğraflamış. Eğer ki otel önünde gerçekleşecek bir hadisenin fotoğraflarından oluşan bir dize sorsalardı daha şık daha güzel olurdu demişti. Vada sonradan açıkladı niçin fotoğraf içeriklerini bu denli şiddet içerdiğini. Zeka oyunları yarışmalarının biraz hafif olarak algılandığını söyledi. Halbuki biliyor musunuz dedi, o soruları çözmeye uğraşırken beyniniz kıvrım kıvrım kıvrılıyor, beyin fakülteleri içerisinde bir harp yaşanıyor. Sonrasında alabildiğine yorgun hissetmenizin nedeni bu aslında. Bu yüzden biz de bunu şekle şemale büründürmek için, maddi olarak resmetmek için böyle bir yol izledik. Hem sizin ne kadar dayanıklı olduğunuz da ehemmiyetliydi. Evet, bir bakıma böyle oldu denebilir Vada biladerimiz. Bizim takım bu görüntülere rağmen iyi bir çıkardı. Hatta şunu yapmışlar: Bir kişi bakıyor fotoğraflara, artık dayanamayacak gibi olunca diğerlerinden birine söylüyor ve hemen gözlerini kapatıp bir miktar uzaklaşıyor masadan. Yeni gelen de dayanabildiği kadar dayanıyor, sonra aynı şeyi o yapıyor. Murat anlatıyor: “ Artık tamamdı, dizmiştik. Cevabı yazarken arka arkaya gelen harflerden oluşan kelimenin ‘isnmk’ olduğunu söyledi Barış. Yani cevabın bir yerinde böyle bir dize oluştu. Lan olmaz dedim ve fotoğraflara bile bakmadan hemen bunu ‘minsk’ olarak sıraladım ve doğruydu.” Ya, her yere minsk diye attırırsanız böyle olur işte. Ama belki de aslında fotoğraflara bakılarak anlaşılmıyordu da, cevabı girerken bunu da görmek lazımdı ipucu olarak. Belki de soruyu hazırlayanlar bunu da dikkate almışlardır. Fotoğraflarda anlatılanlar gerçek mi yoksa kurgu mu bilmiyorum; ama bence böyle şeyler yasaklanmalı; kim bir yarışmada fotoğraf dizme bölümünde bir adamın öldürülüşünü sormak ister, kim?** Hangi manyakça bir zihin yapar bunu? Evet Sevgili bulmacaseverler bir adamın öldürülüşünü anlatıyordu fotolar. Adam parka geliyor, hem de otelin önündeki park sanırım(Gülçe’nin otel önünü fotoğraflaması güzel bir tevafuk). Kırmızı bir kazağının olduğun gözüküyor. Uzaklardan kadına benzer biri ve tam aksi tarafta bir başka adam geliyor. Fotoğrafların ilerleyen kısımlarında, hafiften hava kararmış, bu iki kişi kırmızılı adamı bir kenara çekiyorlar ve çıkardıkları artık bıçak mıdır ya da başka bir şey midir, adama sokmaya başlıyorlar, adam oracıkta yere yığılıyor. Ve öylece kalıyor orada. Bunlar da uzaklaşıyorlar oradan. Tamam anladık o kişinin uzaklaşması adamın ölmesi fotoğrafları dizmek için başlangıç noktaları olarak kullanılabilir; ama yazık değil mi yarışmacılara! Daha fazla anlatamayacağım bunu.

** Bu yazısı dizisinde anlatılan çoğu şey yazarın hayal gücünün eseridir; o yüzden lütfen aaaa dünya şampiyonalarında böyle şeyler mi oluyor demeyin. Yazar bu noktada Dostoyevski’nin Ecinniler romanını yazarken esinlendiği noktaya gönderme yapmış zamanında.

[Bölüm 5 Sonu]

Bölüm 6 için TIKLAYIN

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci WPC ve TBT Bölüm 4

Bölüm 3 için DIKLAYINIZ

kafile

Foto by Y

Romen rakamıyla beşinci bölüm “False Part” dı. Bölümdeki tüm sorularda verilen ipuçları yanlıştı, ya bir eksik ya da bir fazla olmaları gerekiyordu soruların çözülebilmesi için. Bu bölüm de önceden hazırlık amacıyla Murat tarafından hazırlanmıştı. İnsan merak etmiyor değil. Ben çoğu şeyi yanlış anlarım. Hastalık oldu bu bende. Eğer ki bu bölümde yarışıyor olsaydım sanırım en verimli olacağım bölüm diye düşünmekteyim. Adı üstünde yanlış bölüm, büyük ihtimalle ben de yanlış anlayacaktım; böylece iki yanlış bir doğru ederden doğruya varacaktım. Neyse, bu bölümde tek bitiren Ulrich’ti tüm soruları. Bu arada belirtmem gerekir ki dünya ikincisi olan Murat Sevim’in dünya birincisi Ulrich’le yaptığı söyleşi, Ferhat’ın dediğine göre bugün (9 kasım) çıkacak olan Sabah Gazetesi’nde yer alacakmış. Yeri gelmişken – ki bu bölümle de ilgili- size birkaç insani manzara anlatmak istiyorum. Son derece iyi gözlemci ve deneyci, lab ortamına girerken inançlarım dahil her şeyimi bir elbise gibi askıya asabilen bir adam olduğum için, ne kadar nesnel olduğum ortadadır. Bu bölümle ilgili olan insani kısımdan başlayıp diğerlerine geçeyim. [Bu kısım atılmıştır insanları rencide etmemek için.]

Yarışmaları salonda izlediğim süre zarfınca, bizim takım üyelerinden başkalarını da izledim. Bir de berberde uzun saatler bekleme tecrübem de olduğu için hiç sıkılmadan uzun saatler boyunca ayaklarımın tepesinde insanları gözetledim. Bu insanlardan biri play ufa da kalan Fransız erkek arkadaştı. Bu adamı ben Prag’ta da izlemiştim. Adam bir garipti soru çözerken. Sürekli kendini paralıyordu. Demek ki adamın stili buymuş, aynı şeyleri burada da yaptı. Bu arkadaş Thomas’ın yanında oturuyordu. Yarışmacıların aralarında paravan gibi bir karton parçasının olduğunu söylemiştim. Bu adam arada Thomas’ın tarafına bakıyor ve yüzüne … bir küçük gören ifade yapıştırıyordu. Sen de a… mısın be, sen de çözücü müsün gibilerinden. Tükenmez kalemle çözüyor, yanlış yaptıktan sonra daksilini sallıyor, sonra da siliyordu. Bazen deliriyor, elindeki kalemi fırlatıyordu. Tatmin olmayınca aynı kalemi tekrar alıyor ve tekrar fırlatıyordu. Kafasını ellerinin arasına alıyor, bir süre bu şekilde kalıyor, ofluyor tıslıyor ve tekrar başlıyordu. Sonra yine kızıyor, bir yerlere vurmak istiyor, kalemi sıraya çarpıyordu. Bir bölümde, sanırım Crypto isimli bölümdeydi. Sol tarafı izliyordum, birden tookkk diye bir ses geldi. Bu arkadaşın tarafına baktım. Herifçioğlu kafasına öyle sert vurmuş ki o ses bu elemanın Fransız kafasından çıkmış. Bu adam arada salonda gezinmekte olan organizatörlerden Olga’ya bir şeyler söylüyor, kadın oralı olmayınca tekrar bir şeyler söylüyor, sonra da önündeki sorulara dönüyordu. Böyle ilginç bir herifti, sonra da eleme turlarına kaldı işte. Orda da m…ça hareketler yaptı. Sanırım bu adam en delice soru çözen adam olarak seçilebilir. Bir diğer anlatacağımız zatı muhterem Hırvat kadındır. Bu kadını da Prag’ta izleme şansı bulmuştum. Beni en çok eğlendiren şahıstır bu kadın. Kadının suratı soru çözerken ağlamaklı oluyor. Evet garip ama öyle oluyor. Sanki dokunsalar ağlayacak. Büyük ihtimalle beyin kıvrımlarıyla birlikte yüz hatları da gerginleşiyor, yüzü kontrolden çıkıyor ve çeşit çeşit ifadeler kaplıyor. Biri bu kadının suratını çekmeli ve yarışmadan sonra kendisine göstermeli. Belki biraz kızacaktır ama sonrasında o da eğlenecektir. Buradan sakın insanları küçük görüyorum gibi gözükmesin. Öyle bir amacım yok, böyle yapıp da kendimi tatmin ediyor da değilim. Ben sadece gördüklerimi söylüyorum. Hem bu insanların bu şekilde davranmalarının tek ve mantıklı bir sebebi olabilir, ki o da aşırı konsantre olmaktır.

Evet beyler ve bayanlar bir sonraki bölüm “Giant” isimli devasa hacimdeki sorulardan oluşan bölümdü. Bu bölümdeki sorulardan “pills” sorusu için daha önceden bir soru hazırladım. Amaç da en yüksek puana sahip olan bu soru hakkında bu hacimdeyken neler yapılabilir diye bakmaktı. Hazırladığım soruyu Salih 11 dakika, Murat 8 dakika, Gülçe 16 dakika, Barış da 18 dakika civarında sürelerde çözdüler. Pek deneme içermeyen, akıl yürütme yoluyla güzel hamlelerle çözülen bir soru hazırlamıştım. Ama Salih’in dediğine göre denenecek güzel bir yer bulmuş ve oradan yardırmış. Bu yüzden bu soru için varılan karar yarışma esnasında güzel bir yerden güzel denemelerle neticeye erişmekti. Bu bölüm 1 saatti 5 tane soru vardı. Hepsi 17×17 ebatlarındaydı. Gülçe’yle de kendi aramızda konuşmuştuk. Bölümün toplam puanı 200 idi, 120 puan civarında bir puan aldığında elemelere kalmak için her şey daha güzel olacak tarzında. Ama sorular çetin ceviz çıktılar, bu bölümde en iyi yapan 150 puan alan(sanırım bazı denemeleri tuttu erkenden bu arkadaşın) m… Fransızdır. Bir diğer en iyi Macar Zoltan Horvath’tı, o da 150 puan almıştı. Ulrich bu bölümden 23 puan (köşe kapmaca sadece), Murat da 61 puan aldı. Ama Murat çok küçük bir hatadan 42 puanlık sorusu patladığı için bu puanı almıştı. Bir de bu bölümle alakalı şunu görüyoruz. İyi çözen adamlar deneme yanılma yapmada da iyidirler. Ama işin içine deneme girince şans faktörü de girer. Puanlamaya ve sıralamaya baktığımızda 42. sıradaki Matthias isimli Avusturyalı arkadaş 103 puan almış. Adam şampiyonu 5’e katlamış neredeyse. Buradan ne gibi bir sonuca varıyoruz, bir yerde delicesine sıkmış ve tutmuş. Böyle bolca deneme gerektiren ya da deneme gerektirmese bile gidilecek yolun hemen bulunamaması şeklinde sorularda iyi çözenler dumur oluyorlar bir miktar.

Bu bölümün de nihayete ermesiyle ilk günün bölümleri sona ermiş oldu. O zamana kadar açıklanan bir bölüm yoktu. Ferhat ve Kamer yukarıda 1907 nolu odada soru okunmasına yardım ediyordu. Bölümler bittikten sonra ben de çıktım yukarıya. Akşam için bir yerlere gidilecekti yemek için. Kaç gündür açtık, artık midemize girebilecek bir şeylere hasrettik. Bir saat için sözleşildi, maalesef Ferhat’ı arkada bırakarak 0.5 isimli mekana yemek yemeye gittik.

TUNAY’IN KABUSU

Yemeğe gitmeden önce soru kontrolleri için Ferhat Kamer ve diğerlerine yardım etmek için 1907 numaralı odaya çıktığım zaman Ferhat’ın heyecanının nedenini sorduğumda ondan öğrendim. Yarışmanın ilk günkü son bölümü koşulurken Tunay çıkagelmiş. Herhangi bir şeyi yokmuş ve ruhi ve bedeni durumu gayet iyiymiş. Hatta Ferhat mutlu bile göründüğünü söylüyordu. Tunay’ın başından geçenleri 0.5 uçlu yerde öğrendik. Ondan dinlediklerimi size aktarmayı kendime vazife bilirim:

“ Beni otobüsten aldıklarında sizin de adamlara girmediğinizi görünce açıkcası arkadaşlar çok içerledim.” Bunu söylediğinde durumu kurtarmaya, yarışmanın ve Türk Beyin Takımı’nın kaderini menfi yönden etkileyeceğimizi bu yüzden aşırı bir davranışa girişmek istemediğimizi, yoksa KGB falan dinlemeyip onları oracıkta haşat edeceğimizi söyledik. Pek inandırıcı olmayınca bendeniz Gassarayın yurtdışı deplasmanlarından güleç yüzle ayrıldığı zamanlardan dem vurdum ki sonuçta biz de deplasmandaydık ve KGBlileri evlerinde yenilgiye uğratabilirdik. Tunay ufaktan gülümseyip devam etti:

“ Tüm hayatım gözlerimin önünde geçmedi desem yalan olur. Beni otobüsten indiren Beyaz rus eleman zaten sizin de gördüğünüz gibi izbanduttu. Hele bir sahne vardı ki, cidden az sonra idam edileceğimi zannettim. Ben adamın mengene gibi elleri arasında binaya doğru götürülürken hepinizin pencerelerden bana elveda der gibi bakması, işte orada tamam dedim, bunun gidişi var ama dönüşü yok. Girişte üzerimi aradılar. Kapıda bekleyen askerin yüzünde öyle bir gülümseme vardı ki, Allah sonumuzu hayretsin dedim. İriyarı subay beni iki askere teslim etti. Sağlı sollu geçtiler iki tarafıma ve gel der gibi sürüklediler beni de yanlarında. Karanlık koridorlardan sonra bir ara pencereden yeşil bir alan gördüm. Sanırım avluydu, ve ağaçlarla bezeli güzel bir atmosferi vardı. Tabii bunu sonradan öğrendim (Nasıl öğrendiğini sonra anlattı.) Yeşil renkli eski tahta bir kapıdan geçtik. Koridor bir miktar küçüldü sanırım. Çünkü tavan neredeyse tepeme çökecekti. Demir, gri olabilir, bir kapıdan içeri soktular beni, askerlerden biri Rusça bir şey emretti. Şunu yap ya da burada bekleyeceksin, ya da öl lan şimdi gibi bir şeydi, tam emin değilim. Kapıyı sürgülediler ve çekip gittiler. Filmlerdeki sahneler aklıma geldi. Odanın kuytu karanlık köşesinde yıllardır çürümeye yüz tutmuş adam bana seslenecek, ben kırk senedir burdayım sana da aynı şey olacak gibi. Ama olmadı. Gözlerim karanlığa alıştıktan sonra, aslında karanlık olmadığını fark ettim. Sanırım bir ara tansiyonum düştü, gözlerim karardı. Aydınlık da sayılmazdı ama odadakileri seçebiliyordum. Sandalyeden başka hiçbir şey yoktu. Ne bir masa, yatak, dolap, hacetlik; ne bir pencere… Hiçbir şey. İnsan korkuyor. Korku garip bir şey. En olmayacak yerinizden kıskıvrak yakalıyor, sonrada o duvar senin bu duvar benim vuruyor. Ta ki siz sersemleyip ona alışana kadar. Bana da olan buydu. Sandalyeye oturmaktan başka çare yoktu. Oturdum ve düşünmeye başladım. Buraya kapatılan her insan evladı gibi ne kadar tutacaklarını, yemek verip vermeyeceklerini, hatta bir ara güzel bir yemek olsa ne güzel olur bile dedim. Türkiye’de televizyonlara haber malzemesi olacağımı, bizimkilerin ne kadar endişeleneceğini; hükümetin beni buradan kurtarmak için diplomatik girişimlerde bulunacağını… Eften püften kemikli ya da kemiksiz ne kadar düşünce varsa insanın aklına geliyor. Bu da çıldırmaya giden ilk yol aslında. Düşünce sağanağı… Bir yerde dur demek lazım; ama nasıl dersiniz. Bir oda, ardına kadar kapalı demir kapı, dilini bile bilmediğiniz insanlar sırf fotoğraf çektiniz diye sizi kapatmışlar, nasıl anlaşacaksınız bu adamlarla? Mümkün değil. Ve bir ışık yandı zihnimde. Beni izliyor olmalıydılar. Bu adamlar sonuçta ajan insanlar. Acan acan, nerde kaldı bu can… Ne diyorum değil mi, bu o anların hatırası bana. Ömrüm boyunca kalacaklar zannedersem. İyi ve sakin hareket edersem belki de beni salıverirler diye düşündüm. Filmlerde hapishanede ilk gününü geçirenleri dikkatle izlerlermiş ya. Ağlayacak mı sızlayacak mı, yoksa oturup sakince duracak mı diye. İşte sakince oturdum ben de, rahatlattı beni. Hatta o kadar rahatladım ki gençlik yıllarımda okuduğum kitaplar aklıma gelmeye başladı. Ne de olsa engelleyecek bir şey de yoktu. Victor Hugo’nun “Bir Mahkumun Son Günü”… Adam ne kadar da doğru anlatmış dedim. Kahraman ölüm mahkumu idi ve idamını bekliyordu küçük bir hücrede. Benim ne farkım var dedim, yine o korku illeti sardı etrafımı. Saatler bu şekilde geçti, her dakika oda daha küçüldü, büyüdü… Birileri benimle dalga geçiyor gibi geldi, şakaydı ya da rüyaydı. İnanması zor oluyor.”

Ağzımız açık onu dinliyorduk. Bir ara acaba söyledikleri gerçek mi diye düşündüm. Neden olmasın dedim, neden yalan söylesin? Gözlerinden anlaşılıyordu, hatta bir ara gözlerinde o odada bulunduğunu söylediği sandalyeyi bile gördüm. Ya da hakikaten o sandalye orada idi. Neyse, devam ediyordu anlatmaya:

“ Ayak sesleri, ve akabinde ağızlardan çıkan Rusça kelimeler işittim. İki farklı ses vardı. Kapıya geldiler, durdular ve açtılar. Beni bu odaya getiren iki askerdi. Yine içlerinden biri emretti bana, gel diyordu sanırım, ya da kal. Ama onlara gitmek daha uygun olur diye kapıya, bulundukları tarafa ilerledim. Kollarımdan tuttular, kapıyı açık bırakıp geldiğimiz yoldan geriye yollandık. Herhalde serbest bırakacaklar diye düşünürken bambaşka koridorlara saptık. Askeri üniforma içindekileri görüyordum her yerde. Bazıları beni süzüyor ve sanırım acıyorlardı. Ya da ben o şekilde anlıyordum bakışlarından. Bir ara bağırış duydum. Duymuş olmam lazım. Çünkü düşündüğüm ilk şey işkence odasına götürülüyorum oldu. 1 saat kadar yürüdük. Emin değilim aslında, ne saatim vardı ne de ona benzer bir şey. Bana çok uzun gelmiş de olabilir. Düşününce bina içinde nasıl olur da 1 saat yürünebilir? Herhalde bana çok uzun geldi zaman. Bir kapıya geldik ve durakladık. Askerlerden biri kapıyı iki kere kısa 2 defa da uzun olmak üzere beş defa çaldı. Beşinciyi duymadım ben, ama beş olduğuna eminim. İçerden gel dendi sanırım ki biz içeri girdik. Askerler selamlarını verdikten sonra, odaya girdiğimizde sırtı bize dönük koltuktaki adam çıkın dedi. Yoksa askerler neden çıksın. Odada koltuktaki adamlar başbaşa kaldık. Odayı anlatacak değilim. Ama güzel bir odaydı. Koltuktaki adam İngilizce yaklaşın dedi, ben de yaklaştım. Oturun dedi oturdum. Hala sırtı bana dönük olduğu için herhalde çok çirkin bir adam ki yüzünü göstermeye çekiniyor dedim, ama öyle olmadığını sonrasında anladım. Bir şeylerle uğraşıyordu, arada kendi kendine konuşuyordu. Ben odada değildim sanki. Terbiyesiz herif. Almanca konuştu zannettim bir ara, ve ardından bir şayze geldi, bir şey fırlattı yere. Kitap gibi bir şeydi, ki sayfa seslerini duydum. Bir hareketle koltuğunu bana döndürdü. 35 yaşlarında mavi gözlü güzel de yüzü olan bir adamdı. Ayağa kalktı, demek sensin dedi bana. Ne ben miyim demeye kalmadan, sus işareti yaptı ve oda içinde gezinmeye başladı. Avı etrafında dönen akbabalar gibiydi. Bir süre dolandıktan sonra koltuğuna oturdu. Sustu ve birden konuşmaya başladı. Sanırım heyecanı seviyordu.

– Biliyor musun bu ülke çok sıkıcı. Bu kadar büyük bir bina içerisindeyiz ama bana sorarsan gereksiz. Neye yarıyor ki? Sadece büyük başka bir işlevi yok. Bu binayı kimin yaptığını biliyor musun?

Cevap verecek değildim elbet, zaten bana da sormamıştı soruyu, sadece söyleyeceğini pekiştirmek içindi.

– Ruslar yapmışlar. Ben de Rus sayılırım aslında. Hoş annem Alman ama, en azından babam Rus. Sen gel birbirini öldür, sonra da evlen çocuk sahibi ol. Bu Ruslar garip insanlar. Bir zamanlar sahip oldukları toprakların fazlalığına çok kaptırmışlar ki her yere büyük binalar yapmışlar. Misal bu bina, söyledim ya çok büyük. Sizi uyarmış olmaları lazım. Bu konuda çok titiz davranırız. Niçin çektiniz fotoğrafları?

İşte bu soru banaydı. Fotoğrafçıyım diyecektim; ama sorgulanıyordum ve hemen bir şeyler itiraf etmek mantıksızdı. Sadece çekmek istedim dedim.

– O zaman yanlış yapmışsınız bayım dedi. Burada fotoğraf çekenleri pek sevmezler. Özellikle de bu binanın. Siz turist olacaksınız bir de. Gelmeden önce insan gideceği ülke hakkında biraz malumat edinir. Ne yasaktır ne değildir öğrenir ki başına istemediği şeyler gelmesin. Sizin gibi kaç tane turisti içeri alıyoruz biliyor musunuz? Rakamı söylesem korkarsınız. O yüzden söylememek en güzeli. Gelelim size neden fotoğraf çektim demiştiniz? Sanırım işinizle bir alakası yok? Hem işiniz nedir ve hangi ülkeye mensupsunuz?

Sorularını takip etmekte zorlansam da Türkiye’den olduğumu söyledim. O demek Türksünüz dedi ve neden fotoğraf çektiğimi sordu. Sadece merak dedim, herhangi bir amacı yoktu, sadece çektim.

– Bence siz ayakkabı imal ediyorsunuz. Makinanızda bir sürü çizme resmi görmüşler. Herhalde bu kadar çizme meraklısı olduğunuza göre olsa olsa ayakkabıcısınızdır.

Yok daha neler be kardeşim, ne ayakkabısı demek istedim; ama denmemeliydi, hayır dedim, ben koordinatörüm.

– Demek aynı meslekteniz dedi gülerek.

Sanırım beni ajan zannetti. Ayvayı yedik hem de ne ayvayı.

– Ne koordine edersiniz? Misal ben insanları, ki bu insanlar da askerlerdir, onları koordine ederim. Bilmiyorum farkına vardınız mı ama buranın komutanı benim. Bu da benim büyük bir adam olduğumu gösterir. O yüzden beni uğraştırmadan hızlı hızlı cevap verin. Yoksa sizi teslim edeceğim subaylar benim kadar kibar olmazlar.

Nasıl anlatacağım aklıma gelmediği için yarışmalar düzenlediğimi söyledim. Dirseğini masaya koydu, yüzünü avuçlarının arasına aldı, bana doğru yaklaştı:

– Ne tür yarışmalar bunlar? En güzel ayakkabıyı kim yapacak mı? Ve ardından kendi söylediğine kahkahalarla güldü. Bense ne diyeceğimi şaşırmış, bu ukala herifin karşısında çaresizce neden yarışma düzenlerim dediğime hayıflanıyordum. Zeka yarışmaları dediğim anda ciddileşti.

– Ciddi misiniz?

Evet dedim, son derece ciddiyim. Onun da ciddi bir şekilde sorması rahatlattı beni.

– Biraz anlatın, dedi biraz emrivaki.

[Bölüm 4 Sonu]

Bölüm 5 için TIKLAYIN

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci WPC ve TBT Bölüm 3

Bölüm 2 İçin TIKLAYINIZ

mahserin dört atlısı

Foto by X – Bu fotoya: Mahşer’in Dört Atlısı demişim 🙂

Bu olaydan sonra tatsız tuzsuz bir gezinti oldu. Pek anlatacak bir şey yok. Köy gibi bir yere gidildi. Öğrendiğimize göre burası, gelen turistlere Minsk’te bir zamanlar var olan hayatın nasıl işlediğini göstermek için yapılmış. Arada bir yeldeğirmeninde duruldu, kim tarafından yapıldığı anlatıldı, insanların içeriye girip yukarılara çıkmasına izin verildi. Değirmen taşlarının nasıl çalıştığını anlatmaya çalıştı rehber. Tabii bizim köyde çok olduğu için ben anlamakta hiç zorlanmadım. Aferin bana dedim. Oradan Dudutki denen yere geçildi. Ama bizim aklımız fikrimiz gezinti şemasında yazan “folkstyle tarzında yemek” ibaresindeydi. Renk renk evler, değişik atölyelerde çanakçılar, demirciler vb elemanlar eskiden kullanılan araçların nasıl yapıldıklarını bilfiil gösterdiler, Oleg de anlattı. Saatler geçti, akşam 5 oldu neredeyse biz soğukta açlıktan donduk. Artık dayanılmaz bir hal almıştı. Oleg en son, yemekten önce sordu bizim gruba, hayvanları görmek ister misiniz? Biz Türkiye kafilesi olarak yok dedik, ama heyecanlı arkadaşlar vardı ki evet evet dediler, hayvanlara doğru yol aldık. Sıradan devekuşları, koyunlar, geyikler, keçiler, inekler ve domuzlar… 3 tane domuz vardı, küçük boy, büyük boy ve orta boy. Büyük ile orta bir sebepten ötürü birbirleriyle dalaşıyorlardı. Bizimkilerin kanaatine göre bu onlara öğretilmişti. Ne zaman insanlar sizi ziyarete gelse onların dikkatini çekmek için bu tür artizlikler yapın şeklinde. Sonrasında yemek yenecek kısma doğru seğirtildi. Bize yer kalmadığı için Gülce ile üst kata çıktık. Üst katta bizden başka Japonlar, sonradan Sırplar vb milletlerden insanlar geldi. İlk gelen yemek çorba idi. İçinde et parçaları yüzen, biz etin ne olduğuna emin olamadığımız için yemedik. Masa üzerinde önceden konmuş lahana salatası gibi bir şey vardı, ekşimtrak, ekmekle ondan yemeye başladım. Gülçe sadece ekmek ile meşguldu. Sonradan sosisimtrak bir şeyler geldi ki, ne sosisi olduğu belliydi, onu da es geçtik. Sonradan patatesli bir şeyler geldi, onu da es geçtik. Ekmeği tüketiyorduk, çok doyurucu bir beslenme şekli. Son olarak bir tatlı geldi. Bizdeki bükmenin(gözleme deniyor) içine elma parçaları konmuş şekli. Bir miktar yedikten sonra yemek bu kadar deyip bizimkilerin yanına indik. Sonradan öğrendik ki ilk olarak gelen çorba tavukluymuş, tüh dedik; ama mühim değil. Açtık işte, geldiğimiz günden beri yemekler hep bu şekildeydi. Bence devlet diğer milli takım kafilelerine geçtiği kıyağı beyin kafilesine de geçsin, Türkiye’den bir aşçı tedarik etsin. Neyse otobüslere binildi otele doğru yola çıkıldı. Otobüslerden biri yolda kaldı, şükür ki biz sağ salim otele döndük.

Ertesi günkü yarışmanın ilk gününden önce soru cevap kısmı hayata geçirildi. Sonrasında takım üyeleri toplandı bazı sorular üzerinde duruldu, neler yapılacağı üzerine konuşuldu. İlk bölümde kullanılacak olan diyagramların hepsinin logodan müteşekkil olduğu Sayın Salih tarafından tespit edilmişti. Bu dikkate alınarak bazı sorular için önceden çıkarımlar yapıldı. Eğer ki çıkarımlardan bazıları çıkan sorularla örtüşmüş olsaydı Türk Takımı ilk bölümden en kârlı çıkan takım olacaktı; ama yine de fena neticeler almadılar. Özellikle Salih ilk bölüm açıklandığında 3. durumdaydı.

 YARIŞMANIN İLK GÜNÜ 29 EKİM ÇARŞAMBA

İnsan memleketinden uzak olunca, memleketindeki hadiselerden de uzak kalıyor. Her Türk evladı gibi, eğitim hayatımız boyunca 29 Ekim’lerde düzenli sıralar alarak, önce sol sonra da sağ ayaklarımızı kullanarak resmi geçitlerde, resmi olmayan geçitlerde(pratik) bulunduk. Maşallah! Oysa şartlar hazır olmaya İstiklal Marşı okumaya maniydi. Ama organizatörler bunu da düşünmüşler, adamlar artık nereden öğrendilerse, açılış 29 Ekim’in önemini anlatan bir konuşmayla başladı. Ferhat ve Kamer birlikte yaptılar konuşmayı. Hatta ben de bir ara acaba ezberimdeki şiirlerden bir tane patlatsam mı dedim; ama vazgeçtim. Bu kadar ince olan organizasyon sahiplerine teşekkür ediyor ve kısadan başlıyoruz anlatmaya.

İlk bölüm 30 dakikaydı. Epey bir soru olması lazım. Ben beyin takımı üyelerinin önceden yaptıkları çalışmaları dikkate alarak epey puan alacaklarına dair büyük umutlar besliyordum. Sevgili Kaptanımla birlikte bekledik yarışma salonunun önünde. Bunu da burada hemen belirtmek lazım ilk birkaç bölüm salona girilmesine izin verilmiyordu, sonrasında girdik de çıktık da. Bölüm bitip insanlar kendilerini dışarıya attılar. Dikkatimi çeken hususlardan biri sigara içenlerin gördükleri ilk kül tablasına saldırmaları oldu. Karıncalar gibi başına çonaştılar. Ama sonradan 2. bölümün başında ihtar geldi, koridorda sigara içilmesin lütfen diye. Bizimkiler ilk bölümde pek iyi yapmadıklarını söylediler. Hatta Gülçe 46 puan alacağım deyince, aman çok az dedim. Bunun için özür diliyorum, çünkü sonuçlar açıklandıktan sonra gördük ki 46 puan gayet güzel bir puanmış.

İkinci bölüm uzun bir bölümdü, 2 saat kadar. Ferhat, Kamer ve Ben Vada ve Anda’ya soru kontrollerinde yardım etmek için yukarıya çıktık. Odalarında bulamadık, başka bir yere gittik. Sonradan ulaştık adamlara. 5. kattaki odalarını 19. kattaki 1907 numaralı odaya kaydırıyorlarmış. Eşyaların taşınmasına yardım ettikten sonra yarışmanın yapıldığı kısma gittik. Kaptanımız bu süre zarfınca diğer ülkelerin kaptanlarıyla sohbet etmiş, bilgi paylaşımlarında bulunmuş. Kaptanımız bu şekilde hareket etmeyi uygun görüyordu. Hatta bana Serkan bunu iyi belle, ilerde sen kaptan olduğunda (söylediğine göre önüm açıkmış) diğer ülkelerin kaptanlarıyla hasbihal ederek, ülkelerindeki bulmaca dünyası haberlerine ulaşabilirsin hatta çok farklı şeylere de ulaşabilirsin dedi. Bir yere not ettim kaptan dedim. İkinci bölüm de bittikten sonra bizimkileri karşıladık. Herkes ne yaptığını ne beklediğini filan söyledi. Bir sonraki bölüm takım bölümüydü ve yarışmanın yapıldığı salondaki sıraların takım bölümü için hazır hale getirilmesi gerekiyordu. Bunun neden böyle olduğunu anlatmak gerek. İlk önce başka bir şampiyona salonu ile karşılaştırma yaparsak eğer, bu yarışmanın gerçekleştirildiği salon karınca ise bir başka şampiyonadaki fildi. Ebatlarını tam hesap edememiş olsam da küçük bir salon, elinizde 94 civarında çok zeki (ya da bazıları için çok fazla gelir) insan var. Takriben 50 civarında ilkokul sırası vardı, her sıraya yarışmacılar ikişer kişi oturdular, arada kartondan bir paravan olan. Takım bölümünde ise ardı ardına duran sıralar kafa kafaya verecek şekilde çevrilmeliydi. Bunun için yeterli kas gücü olmadığı için (hatta bir noktada sanırım Ferhat adamların yeterli beyin gücü olmadığını da düşündü) hemen dahil olduk olaya. Elbirliğince sıralar takım bölümü için hazırlandı. Yarışmacılar salona davet edildi, takımlar yerlerini aldılar ve takım bölümü başladı. Bilmeyenler için hatırlatmak gerek, takım bölümlerinin yapılmasının sebebi ülke sıralamasını belirlemek. Bir ülkenin topladığı puanlar 4 takım üyesinin bireysel bölümlerde topladıkları puanları ve takım bölümünde elde edilen puanların toplamından oluşmakta. Sonuç odur ki amerika 1. ülke olurken Türkiye 9.lukla yetinmek durumunda kalmıştır.

Takım bölümü 30 dakika idi. Yapılması gereken şuydu: 6 tip soru vardı ve her soru kendi içinde 3×3 lük parçalara ayrılmıştı, parçalar özenle 10 dakika kısık ateşte karıştırıldıktan sonra servis edilmişti. Takımlar 4 kişiden müteşekkildi. Demek ki buradan şunu anlıyoruz, bir ya da birden fazla takım üyesi birden fazla soru çözmek zorundaydı. O sırada salondaydım. Salonun iki kapısı vardı. Ben ana değil yan çıkış kapısında, Hollanda takımının olduğu kısımda durmakta idim. Benden başka görevliler ve fotoğraf çeken birkaç kişi vardı. Bölüm başladı, Hollandalıları izliyordum arada da bizimkilere bakıyordum. Hollandılardan eski dünya şampiyonlarından Niels abi (abi abi:) ) ilkini çözdü. Sonra diğerine geçti. O sırada gözlerim Japonlardaydı. Japon biraderler de gayet iyi gidiyorlardı. Niels ile Japonlardan Yamomato sanırım benzer şeyleri yaptılar. Benzer dediğim şu: İlk başta kendilerine düşen soruları çözdüler, sonra ortada boşta duranı alıp onu çözdüler. Sonra diğerlerininkilere yardım ettiler, Japon daha iyiydi. Niels takıldı birinde ama Japon diğerlerininkini de yaptı ve bitime belki 15 dakika varken Yuhei Kusui adındaki elemanın uğraştığı soruya -ki bizden de bu soruyla Salih uğraşıyordu- yöneldiler. Tüm Japonlar kafa kafaya vermişler bunu çözmeye uğraşıyorlardı. Bu arada Japonların bizimkilerin yan masasında olduğunu belirtmeliyim. Bir Japonlara bir bizimkilere bakıyordum. İlk Gülçe bitirdi, sonra diğerine geçti, sonra bir sonrakini bitirdi, ardından Murat elindekini bitirdi. Geriye 3 tane kalmıştı. Salih elindeki soruyu Gülçe’ye pasladı, mantıklı bir hareketti, ısınmıştı kız sonuçta, Murat da yılan sorusunu aldı. Geriye kalan bu sorularda muvaffakiyet yaşayamadık belki ama 4 Japon da tek soruyu 15 dakikalık süre boyunca çözemediler. Gülçe’nin aktardığına göre Salih elindeki kare oluşturma sorusunda bir çözüm bulduğunda ve yanlış olduğunu anladığında “Sarı ile pembeyi aynı anda mutlu edemedim” demiş. Gayet yerinde bir söz etmiş ki belirtmeden olmazdı.

Almanlar bir müddet kala bitti biladerler dediler. Kaç takım bitirdi bu bölümde bilmiyorum; belki de sadece Alman takımı bitirdi. Gülçe bölüm bittikten sonra hayıflanıyordu, pentominolarda x şeklinin oluşması için çok az ihtimal vardı, ilk başta onu görmüş olsaydım, bir tane daha yapabilirdik diye. Ama sağlık olsun dedik ve yemek faslına geçilmek üzere 22. kata çıkıldı. Yemekler tahmin edildiği gibi kötüydü işte. Anlatmaya gerek yok

Bir sonraki bölüm bir başka takım bölümüydü. Bu bölümde aynı takım üyelerinin birbirlerine yakın olmamaları gerekiyordu ki iletişim içine girme gibi bir durum olmasın. İşte tam bu noktada Vada bir espriyle yarışmacılara en güzel şekilde anlattı durumu: “ Aynı takımın üyeleri çaprazdan da olsa birbirlerine değemezler!”

Bu takım bölümünde bir soru tipinden 4 adet vardı. Bu 4 adet soru her takım üyesi tarafından bireysel olarak çözülecek, buradan elde edilen ipuçları da takım masasına taşınacak, burada harmanlanacak ve büyük soru çözülecekti. Bu bölümden takım için ben de hazırladım. Önceden ne menem bir şey olduğunu görsünler diye. Gördüler de zaten. Bunu da burada belirtmek istedim, oraya gidip de yattık olmasın diye. Sonuçta Kaptanım tarafından verilmiş bir teknikdirektörlük sıfatım var. Ama Kaptanım sana sesleniyorum buradan, yeni bir unvan gördüm. Bu amerikalıların nik diye bir elemanı var ya, seneler evvel kullanmış adam, unvan da şu “puzzle director” acaba diyorum bana da böyle bir şey mi desek. Ya da ne bileyim koordinatör ya da bulmaca sorumlusu filan gibi bir şey. En güzelini sen bilirsin, bir sonraki şampiyonaya kadar kararlaştır da o unvana yakışır bir yaka kartı gibi bir şey yaptıracağım.

Sorular zor gibiydi sanırım. Bir ara dışarıya çıktım sonradan salona geri geldim. Ulrich biraderimle bir ara kafasını kaldırdı, göz göze geldik. Aramızda bir elektriklenme olacaktı ki adam kağıdına geri döndü. Thomas en ön sırada oturuyordu. Gülçe de ön sıralardaydı. Murat ve Salih’i de çok rahat görebiliyordum; ama Barış yan taraflarda ona pek hakim değildim. Ulrich biraderimiz bitime sanırım 15- 20 dakika varken bitirdi. Salih 3. soruda takılı kalmıştı çoğunluk gibi. Siliyordu, yapıyordu, olmuyordu tekrar siliyordu. Gülçe’nin de pek iyi gittiği söylenemezdi. Bu arada bu bölüm başlamadan önce yine organizatörlerin kas gücü yeterli olmadığı için takım üyelerinin soruları çözdükten sonra toplanacakları büyük masaların gerekli yere taşınması işini yürüttük. Fakat bir sorun vardı ki 25 kadar takım olmasına rağmen ya da bir miktar az, onlara yetecek kadar masa olmamasıydı. Mühendislikte öğrettikleri gibi %100 verim beklemek abesle iştigaldir kardeşim. Evet, burada da tüm takımların bitirmesini beklemek saflık olurdu. O yüzden yeteri kadar masa yerleştirmedik demeyeceğim; çünkü sebep yeteri kadar masa olmamasıydı. Zaten de beklenen oldu, çoğu takım bitiremedi. Hatta şöyle oldu. Ulrcih elde ettiği ipuçlarını aldıktan sonra takım masalarının olduğu kısma yöneldi. Sonra da başka takımlardan bitirenler aynı şeyi yaptılar. Bir ara bu arkadaşlar ne yapıyorlar diye bakmaya gittim. Çünkü sadece onların bitirmeleri büyük soruyu çözebilmeleri için yeterli değildi. Diğer takım üyelerinin de ipuçlarını getirmeleri gerekiyordu. On kadar masada her ülke takımından olmasa da çoğu ülke takımından gelen teker yarışmacı vardı. Murat da içlerindeydi. Önlerindeki büyük soruya bakıyorlardı, ama bir gelişme yok. Sonradan Ulrich’in yanına ikinci Alman geldi Michael, sonradan Macarlar da iki oldular, Çekler de, sonlara doğru Macarlar 3 oldular. Macarlar 3 kişi olunca Almanlar telaşlanır gibi oldu; ama gördüler ki 3 kişiyle de bitmiyor soru. 3 dakika kadar kala Gülçe de geldi. Hiçbir takım büyük soruyu çözemeden bölüm bitti.

[Bölüm 3 Sonu]

Bölüm 4 için TIKLAYIN

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci WPC ve TBT Bölüm 2

Bölüm 1 için TIKLAYIN

BİNİŞ 

Biniş kısmının anlatmaya değer bir durumu yoktu aslında. Ama Gülçe, Barış’ın Alman turiste yaptığı yardımı hatırlatınca, bunu belirtmemiz gerekiyordu. Adam ilk defa bir dünya şampiyonasına gidiyordu, hoş işi gereği çoğu kereler yurt dışında bulunmuş ama, sonuçta yardım etmeyebilirdi. Fakat, uçağını kaçırmakta olan Alman turiste yardım etmek için bilet kontrolünü filan bir kenara, çantasını da bize bıraktı; oradan oraya koşturdu turistle, sonrasında uçağa alınmasını sağlayamamıştı; ama kendisine yakışır bir hareketle turiste en güzel ev sahipliği örneğini sergilemişti samimi olarak. Belarus’ta kendisinden, elinde bulunan soruları cd de verip vermeyeceğini soran Hintli için de seferber olmuş, “Türk Beyin Takımı’ndan” ibaresinin yazılı olduğu zarfla soruları vermişti. Halbuki ben, o kadar sorun çıkardım her şeyi vermemesi hususunda. Burada gördük ki Barış insani tarafıyla şampiyona 1.si olmuştur.

İNİŞ ve YERLEŞİK HAYATA GEÇİŞ

Külüstür bir yere indik. İlk intiba Sovyetlerden kalma bir havaalanı olduğu yönündeydi. Hakikaten Anadoludaki şehirlerde daha güzel hava limanları vardı. Pasaport kontrolünden sonra bizi otele götürecek arkadaşı, Maktosch Chaecarksk’i bulduk. Elinde WPC logosu bulunan karton parçasıyla bizi bekliyordu. Dolmuşa yerleştikten sonra boş kalan koltuklara gelecek diğer misafirleri bekledik. Bir 20 dakika kadar sonra Hintliler geldi. Oturma düzeni şu şekildeydi. Bu ufak ayrıntıları vermemin sebebi satırları doldurmaktan ziyade zihni gelişmişliğimin ne kadar ileri seviyede olduğunu gösterme çabasıdır. Anlayışla karşılanmalıdır.

Giden dolmuş/duran dolmuş fark etmez göz önüne alınarak sol üst köşeden sağ alta doğru oturma düzeni: Maktosch, Hintli 1, Barış, Volkan, Gülçe, Bendeniz, 2. ve 3. Hintli(neredeyse kucak kucağaydılar), Salih ve Murat.

40- 45 dakikadan sonra şehrin merkezine vardık. Hava limanı şehir dışındaydı, etrafta kahverengiye boyanmış ağaçlardan ve Heidi çizgi filmindeki Alman köyü çatılı evlerinden başka bir şey yoktu. Aslında her yer o kadar düzdü ki… Herhangi bir yamukluk, yükselti, eğrelti bulmaya çalışmak samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Özellikle İstanbul’da ikamet edenler için herhangi bir yokuş tırmanmadan ya da yokuşu inmeden bir yerlere ulaşmak pek olası değildir. Oysa orası, düzdü, yoğurdun üzerinde oluşan kaymak tabakası kadar hem de.

Otele varana kadar çeşit çeşit binaları, yapıları, eserleri müşahede ettik. Bizim için mimari kültürümüzü arttırma açısından hoş bir otele gidiş oldu. Otelimiz bir dikdörtgenler prizmasının koca bir dev tarafından ikiye bölünmek istenmesi; ama gücünün yetmeyip dikey olarak sadece ikiye bükebilmesi ile oluşan şekle sahip bir yapıda idi. Giriş heyecanlı değildi. Dahası otelin girişi, misafirlerini sıcak bir neşeyle karşılamıyordu. Lobiye yöneldik. Amanın bir baktım ki bizim köyden ilkokul arkadaşım Münir lobide. İlk başta beni tanımadı. Ben de durumu bozuntuya vermedim. İngilizcesi akıcıydı; ama buram buram bizim köyün şivesi kokuyordu. Pasaportların üzerindeki Ay Yıldızı görünce Türkiye’den misiniz diye sordu? İşte tam beklediğim an deyip, Serkan 4B 58 dedim, gözleri parladı, Münir 4B 20 diye karşılık verdi. Oturduğu yerden kalkıp bana bir sarılışı vardı, görülmeye değerdi. Tunay’ın o anda orada olamaması üzücüydü. Bu anı mutlaka bir kareye hapsederdi. Sağlık olsun. Tabii ki giriş işlerimiz hemencecik halledildi. İnsanın tanıdığının olması ne kadar güzel bir şey.

Münir’le akşam buluşmak üzere odalarımıza çekilecektik ki, Vada’nın yardımcılarından olan Andrey Bogdanov (bu kişiden yazının ilerleyen kısımlarında Anda diye bahsedeceğiz) kayıt olup olmadığımızı sordu. Hep bir ağızdan hayır dedik. Bu da iyi bir şeydi aslında. Bence bu soru hileliydi. Organizatörlerin gelen takımların takım  bilincini ne kadar oturttuklarını ölçmek için kullanılan bir nevi Rus tartısıydı. Kayıt bölümüne doğru ilerledik. Bir çanta dolusu hediye verildi daha önceden size Prag’ta anlattıklarıma benzer. Her birini saymaya burada gerek yok. Daha sonrasında akşam yemeğinde buluşulmak üzere odalara çekilindi. Ben de fırsattan istifade Münir’le hasret giderecektim.

Her katta bir hizmetli kadın var. Günden iki kadın bekliyor katları. Biri gece, biri gündüz. Bu kadınların görevi odaları temizleyecek kadınları organize etmek, odalara girip çıkanları denetlemek, otele ilk girişte anahtarları teslim etmek ve son çıkışta havluları, askıları vb araç gereci sayıp tam sayıdan emin olduktan sonra anahtarları teslim almak. Otel odaları lüküs falan değildi. En azından bizim gördüklerimiz. Şirince olmasına dikkat edilmiş gibi bir hava vardı ya da belki biraz masalsı.

Akşam yemeği giriş kattaki yemek salonunda verildi. Sonradan yemekler 22. kata taşındı. İlk gün açılış ve ufak çaplı yemek burada gerçekleştirildi. Vada yemeğin sonlarına doğru eline mikrofunu alıp bir şeyler mırıldandı, başta da mırıldanmış davay yemek yiyin gari demişti. Sonlara doğru da harf sıralamasına göre her ülkenin kaptanını kürsüye çağırdı ki, kendi ülke takımlarının üyelerini bir bir saysınlar. Bizimkiler burada bu iş bu kadar kolay olmamalı bunu bir bulmacaya dönüştürmeliyiz dediler. Bunu dediğim anda Volkan Hocamın kamp esnasında beyin takımı üyelerinin gerilen beyinciklerini gevşetmek için kullandığı yöntem esasından sorduğu sorulardan birini eklemek istiyorum. Bir köy varmış, bu köyün etrafında 3 tepe. Bu tepelerin isimleri Kel Tepe, Keltoş Tepe ve Kelaynak Tepe… Gel zaman git zaman uzun yıllardan sonra, bu tepelerin isimlerinin neye göre verildiğini bilen eskilerin toprak olmasıyla birlikte o memlekete gelen turistlere tepeler rehber eşliğinde gezdirilir olmuş. Sonra çıkıntı turistlerden biri, tamam anladık da burada hiç kelaynak yok neden acaba buranın ismi kelaynaktır demiş. Bak kerataya! Len terbiyesiz misafir bu birinin evine gidip senin annenin ismi neden Margaret diye sormak gibi bir şey. Fakat bu sorudan sonra köy meclisi toplanıp hakkaten lan burasının adı neden kelaynak deyip tepenin adını değiştirmeye karar vermişler, sizce yeni adı ne olmuş?

Bizim Volkan Hocamızın sahneye fırlayıp tüm içtenliğiyle hello everbody I’m Volkan, Turkey team is there, Mehmet Murat Sevim, Salih Alan, Gülçe Özkütük, Barış Çakmak deyip yerine oturmasıyla bulmaca sorulmuş oldu. Diğer takımlardaki üyelerin isimleri kaptanları tarafından telaffuz edildiğinde her takım üyesi o isim bana ait deyip ayaklanıyordu. Oysa bizim takım bunu yapmadı, çünkü kim kimdir böyle bilinmesin kolayca, araştırılsın bulunsun istendi. Takım tarafından alınmış bir karardı bu da.

Münir’in yanına gittim bir ara. Zulada Türkiye’den getirdiği çayı varmış, demliği de cabası. Çayımızı yudumladık ve koyu bir sohbetin ardından ertesi gün otelden ayrılacağını güneye kayacağını burada sezonun bittiğini söyledi. Bari Şampiyona boyunca kalsaydın dedim; ama çok önceden gideceği yeri hazırlamış, adamlara haber vermiş. Tabii ki bana ülke hakkında tüyolar verdiği aşikardır. Helalleştik, anama babama selam götür dedi, baaaşım üstüne dedim.

Böylece geliş günü sonlandı. İnsanlar odalarına çekildi, hayat devam etti. Tabii ki Ferhat, Kamer ve Tunay ile karşılaştığımız, yemekte birlikte olduğumuz bilinmelidir.

-giriş sonu-

ERTESİ GÜN

“STARVING IN FOLK STYLE” (DUT Kİ KARNIM ACIKTI)

Yemekler, kahvaltı da dahil bizim damak tadımıza uygun değil. O sabah 22. kata çıktık, bir masaya yerleştik. Prag’ta da böyleydi; ama en azından orada sürekli pasta veriyorlardı ve meyve, biz de bunlarla şişiriyorduk mideleri. Fakat maalesef burada işler hiç de öyle olmadı. Ama Allah’tan bu adamlarda bir çay kültürü var. Çaya da çay diyorlar bu arada. Sallama çay olsa da çay çaydır. Kahvaltıda ekmek yedik, gözümüze hoş görünen pastalardan yedik, bazı arkadaşlar rengi kaçmış yumurtalardan yedi vb.

O gün otelin bir uygulaması, misafirlerine hizmeti olarak “Dudutki Gezintisi” sunmaktı. Saat 11 gibi takım fotoğraflarının çekiminden sonra buz gibi havanın hüküm sürdüğü otel önündeydik. Bir nebze olsun tarif etmek gerekirse şöyledir. Otelin 22-24 katlı olduğu, ön yüzünün baktığı tarafta adı sanı belli olmayan bir nehrin aktığı, bu nehrin düz bir parkın içinden geçtiği, geceleri erkekli dişili grupların ısınmak için votka vb tükettiği bir manzara tahayyül edilebilir. 3 tane eskilerden kalma otobüs vardı. Biz yeşil olanına bindik. Otobüslere binildikten sonra yetkililer yoklama alma gereği duydular. İsimlerimizin yazılı olduğu listeler koltuktan koltuğa dolaştırıldı. İsimlerini görenler yanlarına işaret koydular ya da imza attılar. Böylece gezintinin ilerleyen bölümlerinde aralar verilip tekrar toplanıldığında yapılan yoklamada kimlerin otobüste olduğu anlaşılabilecek, geri kalan olup olmadığı ortaya çıkacaktı. İlk durak nehrin bir göl oluşturduğu ve ortasındaki küçük bir adacıkta, Afgan savaşında hayatını kaybeden Belaruslular için yaptırılmış anıtın olduğu noktaydı. Otobüslerden inildi, hava keskin, nefesler beyazlaşıyordu. İhtiyarlamak böyle bir şey işte. Soğuk havada kemiklerde, sıcak havada ciğerlerde hissedilir. Her otobüsün bir rehberi vardı. Bizim rehberimiz 60’larına merdiven dayamış, bıyıklı, enine genişleyen başı, 1.80 civarlarında boyu, her fırsatta sigara içişiyle dertli Oleg’ti. Dertli diyorum, ters bir havası vardı adamın. Hem sevecen hem de sinirli, hem komik hem de aksi; huysuz; ama genel kanı sevilesi bir insan olduğu yönündeydi.

Küçük tahta köprüden grup grup geçildi. Böyle yapılmasının sebebi köprünün tüm ahalinin yükünü kaldırıp kaldıramayacağından emin olunmamasıymış. Tepesi yuvarlatılmış bir koni, koninin tepesinde bir haç, koninin yüzleri oluşturulmuş, o yüzlerde iki adam boyunda rahibe görünümlü üzgün hanımlar. Bunlar, yitip giden Belaruslular için yapılmış anıtta, onları hüzünle anan taştan heykellerdi. İçine girilebiliyordu bu koninin. Yukarıdan, tam tepeden aşağıya yirmi kadar çelik halat iniyor, bu halatlar küçük bir çocuğun ancak sığabileceği delikten aşağıya salınıyor ve dipteki su içinde yüzen paralarla birleşiyordu. Evet, ziyaretçiler o delikten aşağıya kağıt rubleler atıyorlarmış. Sonrasında ise bu koninin çaprazında duran melek heykeliydi. Melek yüzünü kapatmıştı. Rehberin melekle ilgili anlattığı kısmı kaçırdığımız için Kamer’in aktarımıyla: “ Meleğin yüzünü kapatmasının sebebi savaş esnasında yiten Belaruslu askerlere yardım edemediği için utanç içinde olmasıymış.” Dahası o sırada bizim gibi orayı gezen veletler vardı öğretmenleri eşliğinde. Benim baktığım sırada meleğin oradaydılar. Meleğe bir cinsel eleman kondurulmuştu. Yine söylenene göre bu eleman belirli zamanlarda boyanırmış sarardığından ötürü. Heykelin rengi siyahtı sanırım. Bu elemanter yükün sararmasının nedeni şuymuş: Yeni evlenen çiftler buraya gelir, gelin meleğin elemanter yüküne elini sürer böylece erkek evlatlarının olmasını dilermiş. Tabii gelen geçen elleye elleye sararıyor, sonrasında boyanıyormuş. Meleğin bulunduğu kısmın hemen önünde küçük bir havuz vardı ve içinde kağıttan rubleler yüzüyordu.

Melekler

Foto by Gülçe

Otobüslere dönüldü. July adlı 140 kilo civarlarında İngilizcesi akıcı hanım ilk hangi otobüste başladıysanız yolculuğa gezintinin sonunda da o otobüste olmalısınız, yoksa taş olursunuz taş dedi. Tamam dedik biz de ve gezinti tekrardan başladı. Şehir merkezine yöneldi otobüsler. Rehber sağınızda şu bina var, şu zamanda şunun tarafından yapıldı, solunuzda şu bina var, adı şudur, mesleği budur şeklinde rehberlik vazifesini yerine getiriyor, arada da bizi neşelendirmek için fıkralar anlatıyordu. Misal kayıt altına alınan fıkralardan birinde şunu söylüyordu: “ Ülkemizde kadınlar erkeklerden daha çok yaşarlar. Bizim emeklilik yaşımız 62 iken onların emeklilik yaşı 55(sanırım) dir. Biz emekli olduktan sonraki beş sene içinde göçer gideriz. Bilir misiniz burada kadınların daha çok yaşamasının nedenini? Çünkü kadınların bizimki gibi karıları yoktur.” Bu fıkrayı karısının sevmediğini ama kendisinin favorilerinden biri olduğunu da aktardı Oleg.

Bağımsızlık caddesinden geçildi, oradan leninin heykelinin bulunduğu meydana gelindi ve duruldu. Orada da bazı anlatımlar yapılacaktı. lenin’in heykelini neden kaldırmadıklarını anlattı, o meydanın hemen ilerisindeki kiliseye gidildi, o yapının kimler tarafından yapıldığını da ekledi. Hava hala soğuktu, sonra da tavuklar gibi otobüslere üşüşüldü.

Artık Dudutki’ye giden yol açılmıştı. Oleg hâlâ anlatıyordu. Misalen Kennedy’i vuran L. Ozvalt’ın Rusya tarafından sürüldükten sonra Minsk’te yerleştiğini, hatta evi de gösterdi, burada Maria isminde bir kadınla evlendiğini, sonradan gidip amerikan başkanını vurduğunu, karısının uzun zamandır amerika’da yaşadığını, birkaç kez Minsk’e geldiğini, sonradan bir daha gelmediğini anlattı. Artık şehir içindeki son binalarımızı izliyorduk. Bir yerde ilerde göreceğiniz binalar KGB’ye aittir, lütfen fotoğraf çekmeyin diye ikaz etti. Sanırım binaların rengi sarıydı. Fakat içimizden biri bu uyarıyı dikkate almadı. Sarı binaları iki adım kadar geçmiştik ki, yolumuz kesildi üniformalılar tarafından. Askerler Oleg’le sert biçimde konuştuktan sonra Oleg, içinizden biri fotoğraf çekmiş, lütfen makinasını getirsin, sadece görüntüleri silecekler, herhangi bir şey olmayacak dedi. Ama kimse hiçbir şey getirmedi, kimse üstlenmedi fotoğraf çektiğini. Askerler otobüsten indiler, onların ardından iri kıyım bir subay girdi içeri. Doğrudan bizim oturduğumuz tarafa yöneldi. Gülçe’nin çekmediğine emindim. Ama eğer ben başka tarafa bakarken çekmişse fotoğraf makinası benim diyecek ve kahramanca onu koruyacak, Rusların bana yapacağı tüm işkencelere ve suçlamalara göğüs gerecektim. Tunay’ın oturduğu koltukta durdu subay, dik dik baktı, o anda söyleyeceklerini anlamak için Rusça bilmeye gerek yoktu. Sen, benimle geliyorsun dedi, ayağa kalkmasını söyledi. Oleg müdahele etmek istedi; ama subay sert ve kesin bir tonda sen sus ihtiyar dedi. Tunay kalktı, subayla birlikte otobüsten indiler. Bizimkiler bir şeyler yapmak istedi; ama Oleg hiçbir çaresi olmadığını, umalım ki Tunay’ı bir daha görebilin dedikten sonra otobüs hareket etti. Hepimiz şok içindeydik. Acaba Konsolosluğu mu aramalıydık?

[Bölüm 2 Sonu]

Bölüm 3 için TIKLAYIN

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

17’nci Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası ve Türk Beyin Takımı

Yıllarca, değişik platformlarda TBT Seçmeleri izlenim yazıları ya da WPC (Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası) yazıları yazdım. Biraz fantastik, çokça kurgu barındıran yazılardı bunlar. Siteler göçtü; buhranlı zamanlarda ben sildim, ya da çöp ettim, emin değilim; geriye pek bir şey kalmadı bu yüzden. Lakin bir ay kadar önce 2008’te Belarus’ta yapılan 17’inci Dünya Zeka Oyunları Şampiyonası ile ilgili yazıyı buldum. Epey çok sayfa, 20 kadar 🙂 Farkındayım böyle izlenim olmaz olsun; ama o gün bugündür niyetim vardı buraya çakmaya. Eğer bu tahmin ettiğim yazı ise, son derece doyurucu olacaktır. Üslubum epey ilginç geldi, psikopatça bir dille yazmışım; daha güzel tabirle kara mizah tadında. İmla noktalamalara baka baka ilerliyorum orjinal yazıda. Peyderpey çakacağım buraya. Aşağıda başlangıç kısmı bulabilirsiniz.

Yazının bulunduğu belgede tarih: 09.11.2008

Başlıyoruz hafiften. Bu arada not: Twitter dışında herhangi bir sosyal mecra hesabım yok; o yüzden yazı eğer hoşunuza gitmişse, lütfen paylaşınız. Denks.

6 parçadan müteşekkil bu yazı dizisinde tüm parçalar birleştirildiğinde ortaya anlamlı bir bütünün çıkması beklenmektedir. Yok eğer çıkmazsa ya da okuyucu çıkartamazsa bu bizim suçumuz olmadığı gibi, herhangi bir şikayet de dikkate alınmayacaktır.

Merak edenler olabilir. Şahsımın takımda olmadığı düşünüldüğünde orada ne işimin olduğunun. Efendim, bakanlıktan rica ettiler, elime bir zarf ulaştı, zarfta şuna benzer bir şeyler yazıyordu: Sayın Serkan, elimizdeki denetçilerin büyük bir kısmı farklı ülkelerde görev başındalar, geriye kalanlarsa olimpiyatlardan yeni döndüklerinden,  istirahat iznindeler; kala kala bir siz kaldınız. Eh ne yapalım dedik, bu da işimizi görür deyip sizi seçtik. Sizden ricamız orada gördüklerinizi uygun bir dille buradakilere aktarmanızdır.

TBT 2008

Foto by Ferhat Ç., soldan sağa: Kamer A., Barış Ç., Mehmet Murat S., Gülçe Ö., Salih A., Volkan D., Serkan Y.

Üst makamlardan gelen bu isteği geriye çevirmek yakışıklı olmaz deyip bakanlığa bir mesaj attım. OK. yazmıştım mesajda, şimdilerde anlaşmak bu kadar kolay.

Bir yaka kartı çıktı zarftan, oradaki masraflarım için bir miktar ruble(devlet akıllı) ve uçak bileti. Neyse lafı fazla uzatmaya gerek yok. Takımın şampiyonaya gitmeden önce İstanbul’da kamp yapacağını öğrendim. Tebdili kıyafet ziyaret etme hevesiyle gittim. Ama tabii arkadaşlar hemen tanıdılar bizi. Kamp şu isimlerden oluşmaktaydı: Volkan Dilber(captain), Mehmet Murat Sevim(takım), Salih Alan(takım), Gülce Özkütük(takım), Barış Çakmak(takım) ve Volkan Hoca’nın verdiği unvanla teknikdirektör Serkan Yürekli. İlk günün gecesi Ferhat Ç. de oradaydı. Ne yapılması ne yapılmaması gerektiği hakkında konuşuldu. Ferhat, Kamer ve Tunay cumartesi(25 Ekim) günü gideceklerdi Belarus’a. Şampiyonanın organizasyonunda Vladimir Portugalov’a (yazının ilerleyen kısımlarında bu şahıstan Vada diye söz edeceğiz) yardımcı olmak için. Fakat gidişte bir sorunla karşılaşmışlar, Konsolosluk tarafından ülkeye giriş tarihi olarak bizim giriş tarihimiz olan 27 Ekim verilmişti. Sonrasında yapılan hata düzeltildi.

Kampın ilk gününde erkenden kahvaltı yapıldı. Çünkü Volkan Hoca disiplini seviyordu. Bana gece yatıya geçilmeden önce öğrencileri kaçta kaldıracağımı, kahvaltıda neler yenmesi gerektiğini anlatan bir çizelge verdi. Eğer buna riayet etmezsem teknikdirektörlük vasfından azledileceğimi ve kapı önüne konacağımı bildirmekten kıvanç duyduğunu ekledi. Ben de onun sözünden zerre dışarıya çıkmadım.

Bize tahsis edilen odada çalışmalara başladık. Kaptan, İstanbul’a teşrif etmeden önce bazı takım bölümlerindeki soruları hazırlamıştı. Yarışmada çıkacak soruların büyük kısmını içeren dosya da Sayın Cihan Altay ve Gülce tarafından farklı olarak hazırlanmıştı. Dahası Salih ve Murat da ilk bölümde kullanılacak olan diyagramları yönergelerde geçen 32 sayısını dikkate alarak tahmin etmişler ve olası soruları hazırlamışlardı. Ben ise, sanırım ben de bir şeyler yapmıştım; ama tam hatırlayamıyorum.

Kamp Programı

6:00 Kalkış

6:00-6:30 Temizlik ve Tırnak – Mendil Kontrolü

6:30-7:30 Kültür Fizik Hareketleri

7:30-8:30 Kahvaltı

8:30-9:00 Serbest

9:00-12:30 Çalışma

12:30-13:30 Yemek

13:30-18:30 Çalışma

18:30-19:30 Yemek

19:30-20:00 Serbest

20:00-00:00 Çalışma

00:00-02:00 Genel Tekrar

02:15 Yatış

Volkan Hoca cumartesi günü benden bir miktar çikolata almamı istedi. Öğrencilerin zihni fakültelerinin gelişimi ve pratiğe dönük çalışmasında faydalı olacağını belirtti. Hatırlarım ki yıllar yıllar evvel, devletin önceden tespit ettiği sınav mekanına validemle birlikte yollandık. Okulun bahçesi önündeki yolda, diğer aileler gibi bekleşiyorduk. O zamanlar herhangi bir çalışma yapmamıştık tabii. Dahası köy mektebinde eğitim hayatına devam etmekteydik. Yani bilgi ve birikim yönünden pek kayda değer şeylere sahip olduğumuz söylenemezdi. Validem elimden tutup yolun karşısındaki bakkala götürdü. İstediğin çikolatayı al dedi. Allah Allah dedim. Böyle dememin sebebi ülkenin içinde bulunduğu darboğaz ve bu darboğazdan etkilenen sıkıntılı ailelerin varlığındandır. Aldım ben de. Annem bunlar zihnini açar, soruları yaparsın dedi. Afiyetle yedim çikolataları. Reklam yapmak gibi olmasın ama biri ülker çikolatalı gofretti, diğeri de sanırım dido adlı çikolata idi. Tabii herhangi bir etkisi olmadı. Ee tabii benzini olmayan arabaya son model motoru çakmakla o araba uçmuyor. Eşek altın semerle de eşek, semersiz de. Aynen böyle oldu, fazlası var azı yok. Saygıdeğer Validemi saygıyla ve sevgiyle anıyorum, kulakları çınlasın.

Yakınlarda bildiğim bir toptancıya gittim. Sonuçta takımın parasıydı, asgari parayla azami fayda  sağlayacak seçeneği değerlendirecektim. 3 kutu çikolata aldım ve geldim. Hocam aferin Serkan dedi, şimdi dozlarını ayarlayalım. Belirli saatlere böldü, doktor olduğu için vücudun bu çalışma temposuyla hangi zaman dilimlerinde karbonhidrat takviyesine ihtiyaç duyacağını biliyordu. Çizelge tamamlandıktan sonra bunu harfiyen yerine getirmemi belirtti. Eğer öğrenciler buna itiraz ederlerse çikolatayı damardan vereceğimizi bunun hoşlarına gitmeyeceğini iletmemi rica etti. Ben de dediğini yaptım, zaten itiraz eden de olmadı.

İki gün hocamın başkanlığında verimli bir çalışma dönemi geçirdik. Evleri İstanbul’da olanları pazar akşamı serbest bıraktı. Barış, Murat, Gülce ve ben pazar akşamı ayrıldık. Öylesine yağmur vardı ki İstanbul’da şairin dediği düştü bir kenara:

Yağmur çarpar yere şiddetli

sesi toprağa saklanır

insanlar kasvetli

şehirde

deliklerine göç eder

[Bölüm 1 Sonu]

Bölüm 2 için TIKLAYIN

Türk Beyin Takımı, Yazılar Çiziler içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

#Sekoya Sor 7 – Kare Karala – Yeni Başlayanlar İçin

Evet, Serdarcığımla tekrar bir araya geldik ve bu sefer Kare Karala’yı tahtaya yatırdık. Kare Karala inanılmaz tatlı bir oyun. Akıl Oyunları, yani Türk Beyin Takımı yıllarca Karala! isminde bir dergi yayınladı; hatta sonrasında kitaplar da çıkardı. Birazcık üçüncü tekil gibi konuştum, derginin Genel Yayın Yönetmenliği’ni ve kitapların editörlüğünü yapan adam olarak; ama söylemek istediğim çokça insan takip ederdi; çünkü eğlenceliydi.

İşte biz de, bu güruha, yani Kare Karalaseverler grubuna yeni insanlar dâhil etmek için, son derece sade bir anlatımla, yine eğlendiğimiz ve umarım eğlendirdiğimiz bir video hazırladık. Kendisini aşağıda bulabilirsiniz. Tabii ki Kare Karala çözmeyi bilenler için müthiş sırlar saklı değil, adında da anlaşılabileceği gibi yeni çözerler için hazırladık. Fakat sonraki videolarda daha büyük ve zorlu karalamalar yapmayı düşünmedik de değil.

Videoda yer alan soruya ulaşmak için, tıklayınız

Sekoya Sor, Videolu Anlatımlar içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın